Penceremden İstanbul’un o vakitsiz karanlığını seyrediyordum...

Göğsümde, sol yanımda ağır bir sızı... Kocaman karanlığın sağında, uzanıp tutuverecekmişim uzaklığında, ışıltılar içinde bitmiş, bitmemiş ve hatta henüz başlamamış, yani kapalı kapılar ardında ihalesi kotarılan, paylaşımı yapılan uzun, upuzun gökdelenler zaferlerini kutluyorlardı...

Solumda, taa aşağılarda utanılası, ağlanası bir sefalet... Soluduğu havada ucuz, karbondioksiti bol kömür bulutları asılı, Kurban Bayramı’nın kanıyla yoğrulmuş, kırmızıya çalan yapış yapış çamurun üzerine tünemiş, birbirine tutunurcasına yaslanmış sessiz gecekondular olmayan ve hiç olmayacak geleceklerine ağıt yakıyorlardı ...

Televizyonda Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, devletin valilerine, kaymakamlarına kamyonun şoför mahalline oturup ev ev dolaşmaları, insanlara kömür dağıtmaları talimatı veriyordu... O kömürlerle ısınılacak, karbondioksit yüklü bulutları ise asla terk etmemecesine o zavallı mahallelerin üzerinde asılı kalacaktı...

Gazetede, iktidarın 2008 yılında ücretsiz kömür dağıtımı için 232 trilyon lira ödenek ayırdığı yazıyordu. Böylece 2003 yılından bu yana dağıtılan kömür maliyeti 1 katrilyonu geçecekti... “Acaba 2003’ten bu yana yatırım, yeni iş sahası için bütçeye konulan para 1 katrilyonu bulmuş mudur” diye düşündüm. Başbakan coşkuyla haykırıyordu:

- Sayın valim, sayın kaymakamım, kömürü, sobayı sen vereceksin. Bunu yaptığın gün Türkiye uçar...

Sonsuz bir utanç duygusuyla sarsıldım... Televizyonun sesini sonuna dek kısıp, Zülfü Livaneli’nin, her defasında müthiş bir hüzünle dinlediğim, her defasında “ah çocuklar, ah” diye hayıflandığım o muhteşem şarkısını açtım:

- Çözülen bir yün yumağı/ akıp giden günlerimiz/ mezar taşlarından suskun/ sessiz sitemsiz...

Sol yanımın sızladığını hissettim...

Elimizden kayıp giden yıllar...

İşte bu yıl da geçip gitti...

Aslında, koca bir yıl daha elimizden kayıp gitti... Acı bir ders vererek, “silkinin, ayağa kalkın yoksa bir daha güzel günler göremeyeceksiniz” diyerek gitti... Aydınlık umutların nasıl karanlık umutsuzluklara dönüşebileceğini göstererek gitti... Kendi ellerimizle gömdüğümüz bir yılın muhasebesini yapmaya çalıştım bir süre... “Aydın” denilen ihanete takılıp kaldım... Şarkının anlattığı o güzel, o cesur, o kahraman ve o artık hiç yaşlanmayacak insanların pırıl pırıl anısı önünde başım eğik, taa yüreğimin içinden af diledim:

- Savrulan yapraklar gibi/ akıp giden günlerimiz/ cenaze törenlerinde/ sessiz sitemsiz...

Sonra, yeni gelen yılı düşündüm... Bu güzelim ülkede ayağa kalkmaya, geleceği için kavga vermeye hazır olduğunu defalarca gösteren, kalbi kırık milyonlarca aydınlık insanı düşündüm. Daha yapılacak çok şey olduğunu, yapılacak biricik şeyin omuz omuza vermek olduğunu düşündüm... Zülfü’nün son mısralarında anlattığı o “arkadaşlara” layık olabileceğimizi, olduğumuzu düşündüm:

- Bir kitaba başlar gibi/ koşarken yavaşlar gibi/ ölen arkadaşlar gibi/ sessiz sitemsiz... Penceremdeki karanlık iyice koyulaşmış, tan yerinin ağarmasına sayılı dakikalar kalmıştı. O sözler geliverdi aniden aklıma:

- Karanlığın en yoğun olduğu an, aslında aydınlığa en yakın olduğun zamandır...

Yüreğimde, “o güne dek” asla geçmeyeceğini bildiğim o derin sızıyı hissettim... Bir de bilendiğimi...

Uzun yıllar öncesinden bireysel bir ağıt... Karanlık bugün daha ağır daha koyu... Aydınlığa da çok daha yakınız...