PKK 12. Kongre sonrası “silahlı mücadele sona erdi” dedi. Bu, on yıllardır süren çatışmalar açısından kritik önemde bir cümle.
Ama ortada hala temel bir soru var: Bu karar siyasetin neresine oturuyor?

PKK, 40 yılı aşkın süredir Türkiye’ye karşı silahlı saldırılar yürüten, binlerce sivilin ölümünden sorumlu bir terör örgütü.

Son kongresinde “tarihi misyonunu tamamladığını” söyleyerek fesih kararı alması bu açıdan elbette çok önemli.

Ancak hemen ardından gelen ifadeler, bu kararın gerçek bir bitişten çok, yeni bir dönemin ilanı olduğunu düşündürüyor.

Örgüt, silahlı mücadeleyi bırakacağını açıklarken aynı zamanda Abdullah Öcalan’ın süreci “yöneteceğini” ilan ediyor.
Yani ideoloji ve liderlik değişmiyor, sadece yöntem değişiyor.

Bu durumda sormak gerekiyor:
Bu bir “fesih” mi, yoksa isim, yapı ve yöntem değiştirerek devam etme kararı mı?

Bu bir “fesih” mi, yoksa sadece bir isim değişikliği mi?

Aynı kadrolar, aynı söylem, aynı hedefler yeni bir çatı altında mı devam edecek?

Bu sorulara yanıt aranıyor.

Türkiye bu tür “dönüşüm” açıklamalarını daha önce de gördü.
Her seferinde umut edilen “bitiş” değil, taktiksel bir yeniden pozisyon alma oldu.

Nitekim Türkiye’nin yakın tarihindeki tüm çözüm süreçlerinin kırılma noktası da bu oldu.

Şüphesiz ki her silahın susması, her çatışmasızlık çağrısı dikkate değerdir, kıymetlidir.

Ama geçmişi bu kadar ağır, sicili bu kadar kanlı bir örgütün sözüyle değil, eylemiyle yargılanması gerektiği unutulmamalı.

PKK’nın açıklamasında sık sık geçen “demokratik ulus”, “ortak vatan” ve “öz örgütlenme” gibi kavramlar da dikkat çekiyor.

Bu kelimeler kulağa modern ve barışçıl gelebilir.
Ama yıllardır bu yaklaşımın zemini diyalogla değil, silahla, baskıyla, sokak eylemleriyle kurulmaya çalışıldı.

Üstelik açıklamada Lozan Antlaşması açıkça hedef alınıyor; Kürt inkarının başlangıcı olarak gösteriliyor.

Oysa Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğinin ve uluslararası meşruiyetinin belgesidir.

Türkiye’de siyaset yapmanın zor olduğu da bir gerçek.
Özellikle Kürt siyaseti söz konusu olduğunda, kapatma davaları, tutuklamalar, kayyumlar, siyasi baskılar büyük tartışma başlıkları.

Fakat silah bırakmak yalnızca bir karar değil; bir zihniyet değişimi, bir yüzleşme de gerektirir.

Çünkü silah bırakmak yalnızca susturmak değil; geleceğe ortaklaşa bakabilmektir.

Ve gerçek barış, silahı gömmekle değil, onu neden kuşandığını bir daha asla düşünmeyecek hale gelmekle başlar.

Atan(a)mamış hayatlar

Hasan Songur.
25 yaşındaydı. Sosyal Bilgiler öğretmeniydi.
Atanamadı. Manisa’da bir fabrikada işe girdi.
25. iş gününde, bozuk olan 400 tonluk makine aniden çalıştı.
Prese sıkıştı, can verdi.

Fedai Altun.
23 yaşındaydı. KPSS’den 80.50 puan almasına rağmen atanamadı.
Nişan yüzüğü almak için çalışmaya başladı.
Elektrik trafosu boyarken akıma kapılarak hayatını kaybetti.

İlyas Bul.
26 yaşındaydı.
Atanamadığı için Akkuyu Nükleer Santrali’nde işçi olarak çalışmaya başladı.
Yüksekten düşerek yaşamını yitirdi.

Orhan Çelik.
Atanamayınca inşaatlarda boyacılık yapmaya başladı.
22. kattan, yük asansörüyle birlikte düşerek hayatını kaybetti.

Emine Sarıaydın, Ömer Şahin, Hakan Durgut ve daha niceleri...
Atanma kıskacına sıkıştı.
Yaşamlarına son verdiler.

Bir meslek hayaliyle yetiştiler.
Üniversiteyi bitirdiler. Sınava girdiler. Kazandılar.
Ama mülakat denilen o sisli eşikte elendiler.
Kapılar yüzlerine kapandı.
Hayatın başka bir köşesinde, hiç ait olmadıkları işlerde can verdiler.

Bu liste uzuyor. Her yıl. Her ay. Her gün.
Çünkü sistem değişmiyor.

Ve şimdi, tüm bu gerçekler ortadayken...
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, mülakat mağduru olduğunu söyleyen öğretmen Özkan Özdemir tarafından protesto edildiğinde, akıl almaz bir tepki verdi.

Dinlemedi.
Sakin kalmadı.
Sinirlendi.
Sen megaloman bir çocuksun!” diye bağırdı.
Terbiyesiz!” dedi. “Ahlaksız!” dedi.

Oysa Özdemir’in, salondan çıkarılmadan önce söylediği sözler şunlardı:

“Bizler mülakat mağduru öğretmenler olarak kapınızda bekledik.
Bizimle yüzleşmek yerine toplumu, kamuoyunu algılarla manipüle ettiniz.
Bizler mülakat zulmünde acı çektik.
Kar demeden, boran demeden kapınızda bekledik.
Bizim adımıza siyasetçilere cevap verdiniz.”

Şimdi sormak gerekir:
Bir öğretmen, yaşadığı adaletsizliği dile getirdiğinde hakaretle karşılık görüyorsa, hangi diyalog mümkündür?

Oysa “Biz sizi dinleyemedik” diyebilmek bile bir başlangıç olurdu.
Ama o kapı da anlaşılan, mülakata tabi...

Bu yazı bir çığlık değil; bir çağrıdır.
Sessiz kalırsak, o sessizlik bir gün bizim çocuklarımızı da içine alacak.
Çünkü bugün atanamayan bir öğretmen,
yarın hayatı karartılan bir toplum demektir.