Hollywood’u sarsan “MeToo” hareketinin bir benzerini yaşıyoruz günlerdir.
Geç bile kalındı...
Yüzlerce kadın aynı acıda, aynı travmada buluştu.
Yıllardır içlerinde tuttuklarını çığlık olup dünyaya haykırıyorlar.
Meğer koca bir ülke ne çok yaralıymışız...
Okudukça içim parçalanıyor.
Hayattaki tek başarısı geldikleri koltuk olanların, o koltuğun gücüyle nasıl zehirlendiklerine şaşırıyorum.
Sonra bunca kötülüğün ortasında hala kötülüğe şaşırdığıma şaşırıyorum.
Ama en çok şaşırdığım hala şu:
“Bunca zaman neredeydin?” diye sorma cüretinde bulunan insanlar olması...
Asıl mesele zaten bu değil mi?
İnsanı yaralayan, susturan, içine kapatan tam da bu zihniyet.
Bunca zaman anlatılsa inanılmayacağını bilmek...
Küçüksen “aman baban duyar” diye susturulmak, büyüyünce “aman kocan duymasın” korkusuyla devam etmek...
Toplumun utancının kurbanın sırtına yüklenmesi...
Herkes biliyor aslında.
O odada, o sette, o koridorda neler yaşandığını.
Ama bize öğretilen şu: gözünü kapa, kulağını tıka, dilini ısır.
Ve yıllar sonra sesler yükseldiğinde hala utanmadan sorabiliyorlar: “Neden şimdi?”
Çünkü artık dayanılmıyor.
Çünkü bir kişi konuşunca, diğerine de güç veriyor.
Çünkü biriken suskunluk, er ya da geç patlamak zorunda.
Bu hikayeler yalnızca bireysel değil; toplumsal bir yüzleşmenin hikayesi.
Adalet sisteminden iş hayatına, siyasetten medyaya kadar her köşeye sinmiş erkek egemen düzenle hesaplaşma zamanı.
Ve bu hesaplaşma yalnızca kadınların sırtına bırakılmamalı.
Suskunluğu kırmak, yaraları görünür kılmak, suçluyu utandırmak hepimizin görevi.
Bir ülkenin gerçek ilerlemesi, kadınların güven içinde yaşamasıyla ölçülür.
Bugün bu çığlıklar duyulmazsa, yarın hiçbirimiz için güvenli bir yer kalmaz.
Şimdi sıra bizde: Dinlemek, inanmak ve destek olmak zamanı!
Bunca zaman susmak zorunda bırakılanlar...
Kız kardeşlerim...
Yalnız değilsiniz!
Geçit vermeyen geçitler
Ankara-Niğde Otoyolu’nda araç kullanırken saatte 140 km hızla gitmesi gereken yolda 225 “basan” Ulaştırma Bakanı Abdulkadir Uraloğlu duyurdu.
Yollarda sürücülerin yavaşlamasına sebep olduğu için yaya geçitleri kaldırılacak.
Türkiye genelinde birçok noktaya yaya geçidi yerine alt ve üst geçitler inşa edilecek.
Kulağa “modernleşme” gibi gelen bu adımın aslında hayatlarımızı nasıl etkileyeceğini kimse sormuyor.
“Hız tutkunu” bakan anlaşılan o ki sürücülerin de kendisi gibi gaza basmasını istiyor.
Halbuki bu ülke yıllardır “hız”dan çok çekti.
Her yıl yüzlerce canımızı hız sebepli trafik kazalarına kurban veriyoruz.
Bugün bile şehir içinde hız yüzünden onlarca kaza yaşanıyor.
Yaya geçitleri kalktığında araçların daha da hızlanacağı açık. Çünkü sürücü için “durma ihtimali” ortadan kalkıyor.
Sonuç: Daha çok hız, daha çok risk, daha çok can kaybı.
Ancak yine “tersine” bir uygulama ile karşı karşıyayız.
Sorular bitmiyor...
İlk soru: İnsanlar bu üst ya da alt geçitleri gerçekten kullanacak mı?
Bugün İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de her gün görüyoruz: İnsanlar en kısa yoldan karşıya geçmeyi tercih ediyor.
Yokuş çıkmak, basamak inmek istemiyor.
Ben de 2 yaşında bir çocuk annesi olarak toplu ulaşım araçlarına ulaşmak için sık sık bebek arabasıyla asansör kullanmak zorunda kalıyorum.
Üst ve alt geçitlerdeki asansörlerin yarısı bozuk, kiminde hiç asansör bile yok.
Engelliler, bebek arabalılar, yaşlılar...
Peki onca yeni asansör yapıldığında kim bakımını üstlenecek, kim çalışır halde tutacak?
Kağıt üstünde yapılan her şeyin günlük hayatta nasıl işlemediğini hepimiz biliyoruz.
Merdiven çıkamayan, yine yolu kullanacak.
Yani bu adım kaza riski azaltmak yerine artırabilecek.
Ve bir soru daha... Bu karar yeni bir “ihale kapısı” mı?
Türkiye’nin dört bir yanında yüzbinlerce yaya geçidi var ama alt geçit, üst geçit yok.
Bu geçitleri, asansörlerini kim yapacak, bakımlarını kim sağlayacak?
Demek ki bu “dönüşüm” için dev bir inşaat seferberliği başlayacak. Beton, demir, ihale, rant... Yine milyarlarca liralık projeler, yine belli başlı şirketler.
Yaya güvenliği gerçekten önemseniyorsa çözüm beton değil, akıl olmalı.
Hız sınırlarını düşürmek, caydırıcı cezalar uygulamak, yolları şehir için değil insan için tasarlamak...
Bunlar yapılmadığı sürece atılan her adım, birilerinin cüzdanını doldururken, birilerinin hayatını kısaltacak.
Sanırım yine aynı noktadayız: Gündemdeki soru “kimin hayatı kurtulacak” değil, “kim kazanacak?”