Bozcaada, doğal güzellikleriyle ünlü Ege Denizi’nin incisi. Her sene en az bir kez ziyaret ettiğim ve çok sevdiğim bir yer.
Ancak, bu cennet parçasında Jeotermal Enerji Santralleri (JES) kurulmak isteniyor.

Çanakkale İl Özel İdaresi, 24 Temmuz tarihinde Bozcaada’nın da dahil olduğu 33 jeotermal kaynak arama sahasını ihale edeceğini duyurdu. Bu karar, ada halkı, yerel yönetim ve çevreciler arasında büyük bir endişe yarattı ve gerçekten haklı sebepleri var.

★★★

JES (Jeotermal Enerji Santrali), yer kabuğunun derinliklerindeki sıcak su ve buharın enerjisinden elektrik üreten bir enerji santrali. Yeraltındaki sıcak su ve buhar sayesinde elektrik üretimi sağlanır ve fosil yakıtlarla kıyaslandığında çok düşük karbon salınımı yaptığından hava kirliliğine sebep olmaz.

Ancak Bozcaada ada halkına ve yerel yönetimine bilgi verilmeden alınan bu karar, bölgenin çevresel ve kültürel faktörleri göz önünde bulundurulduğunda büyük riskler taşıyor.

Bozcaada’nın sınırlı coğrafyasında, jeotermal arama faaliyetlerinin geri dönüşü mümkün olmayan çevresel sorunlara yol açabilir. Adanın büyük bir kısmı tarım arazisi olarak kullanılmakta. JES projeleri, bu tarım arazilerine ve dolayısıyla adanın tarımsal üretimine ciddi zararlar verecektir.
Santrallerde üretilen gazlar, özellikle karbondioksit ve hidrojen sülfür, hem insan sağlığına hem de toprak sağlığına son derece zararlı.

Ayrıca, sistemin çalışma prensibi gereği yer altından çıkarılan sıcak suyun yeniden yer altına verilmesi gerekiyor. Ancak maliyetleri düşürmek isteyen şirketler, bu suları dere ve arazilere boşaltıyor. Bu da suyun ve toprağın kirlenmesine, zehirlenmesine ve aşırı tuzlanmasına neden oluyor.

Bozcaada, zaten su sıkıntısı çeken bir yer ve JES’lerin aşırı su kullanımı, mevcut su kaynaklarını daha da azaltacak.

Tüm bu nedenler ve adanın doğal ve kültürel mirasını korumak amaçlı, Bozcaada halkı ve belediyesi, jeotermal santral projelerine ve bu projelere dair arama sahası faaliyetlerine karşı çıkıyor.

Çok da haklılar.

Unutmayalım ki, Bozcaada’nın doğası ve kültürü ülkemiz için çok kıymetli.

Bu cennet adayı ve kültürel mirasını korumak, gelecek nesillere de aynı güzellikte bırakmak hepimizin sorumluluğu olmalı.

Seyirci değil, aktör ol

Öğrencilerime her zaman bol bol hata yapmalarını tavsiye etmişimdir.

Çünkü hata yapmadan öğrenmek mümkün değildir.

Eğer hata yapmaktan çekiniyorsanız, o zaman o şeyi tam anlamıyla öğrenemeyeceksiniz demektir.

Çekinmek veya geri durmak, öğrenmenin önüne engel koymaktır.

Oysa denemek, hatalardan ders almak, insana tecrübe kazandırır.

Hayatın kendisi de
böyle değil mi zaten? Tecrübe dediğimiz şey, yaptığımız hatalardan oluşmuyor mu?

Önemli olan, geçmişe takılıp kalmamak.

Genellikle hayallerimize giden yolda yanlış kararlar vermekten korkarız. Asıl korku, sonradan pişman olmaktır.

Oysa insan hayatta en çok; geç kaldıklarına, kaçırdığı fırsatlara veya yaşayamadıklarına üzülür.

Aklımda güzel bir söz kalmış: “Hayatta en büyük pişmanlığım, hata yapmaktan korktuğum için denemediğim şeylerdir.”

Gerçekten de öyle, yapılan hatalardan
ziyade asıl pişmanlık, cesaret edemediklerimizdir., hayatımızın değişik kapılarını açıp, bu kısa yolculuğa renk katar. Kim sıkıcı bir filmi sonuna kadar seyretmek ister ki?

Sonunda beklediğimiz olmasa da, sonu hüsran da olsa bir şeyleri yaşamış olmak; yani seyirci değil aktör olmaktır, hayatımıza anlam katar.

Kıymayın dostlarımıza!

Bizler, yüzyıllardır sokak hayvanlarıyla iç içe yaşayan, merhametli bir toplumuz.

Bu konuda, yalnızca insan haklarına odaklanan birçok batı ülkesinden çok daha medeniyiz.

Hem dinimizde hem de kültürümüzde hayvanlar bizim dostlarımızdır.

Sokak köpekleri ve kedileri, bizler için çok değerlidir.

İnsanların aç gözlülüğü ve sorumsuzluğu yüzünden sokaklarda yaşam mücadelesi veren bu canları öldürmek Türk toplumunun kültürüne uymaz. Bize yakışan bu masum hayvanların canını almak değil, onları korumaktır.