Bazen en hakiki haber, en sade olandır.
Bir balon mesela. İpi küçük bir elin avucunda. Göğe doğru salınırken, gözler doluyor. Sancaktepe’de Pazar günü böyle bir sahne yaşandı. Öncesinde adını kimse bilmiyordu belki ama, hikayesi hepimizin yüreğine dokundu…

Ali Asaf... Minicik bedeniyle kanserle savaşını kazandı.

Sadece bir çocuk gibi olmak istedi: Balon uçurmak…

Babası da sosyal medyaya yazdı:

“Bizim fazla çevremiz yok. Gelir misiniz?”

Geldiler.
Yüzlerce kişi, o adresteydi.

Tanımadıkları bir çocuğun zaferine, o küçücük gülüşe ortak oldular.

Renk renk balonlar göğe yükselirken, aslında çok daha fazlası uçuyordu o semada: Kırgınlıklar, korkular, yorgunluklar…

Ve yerine bir şey doğuyordu: Umut.

Bu ülkenin adaletiyle derdimiz var.

Ekmeğiyle, geçimiyle, hukukuyla, sokaklardaki güvensizliğiyle…

Kutuplaşıyoruz. Kavga ediyoruz. Kırılıyoruz. Susuyoruz. Korkuyoruz. Yalnız hissediyoruz.
Ama sonra biri “Ali Asaf balon uçurmak istiyor” diyor.

Ve bir anda hiç tanımadığımız insanlarla bir araya geliyoruz.

Çünkü hâlâ birbirimizin sesini duyabiliyoruz.
Çünkü hâlâ bir çocuğun gülüşünde kendimizi bulabiliyoruz.
Çünkü hâlâ birbirimiz için orada olabiliyoruz.

Ali Asaf’ın balonları, sadece bir kutlama değil. Onlar, bu ülkede hâlâ iyi insanların var olduğunu hatırlatan sessiz bir yürüyüş.

Siyasetin, ekranların, sosyal medyanın gürültüsünü bastıran rengarenk bir fısıltı:
Yanındayız.

Bu yazıyı okurken, belki siz de yorgunsunuz. Belki umudunuz tükenmiş gibi. Ama ne zaman ki bir çocuğun kahkahasına kulak veririz, işte o zaman yeniden başlarız.

Çünkü umut dediğimiz şey, göğe salınan bir balon gibi değil mi zaten?

İpi biraz da bizim elimizde. Bırakmazsak, göğe kadar çıkabilir.

…Ve bu vesileyle;
Ali Asaf’a ve bu ülkenin tüm çocuklarına,
Balonlarını korkma dan göğe salabilecekleri bir memleket,
Sağlıkla büyüyebilecekleri bir hayat,
Hak, hukuk ve adalet dolu bir gelecek diliyorum.

Çünkü bir çocuğun gülüşü, bir ülkenin vicdanıdır.

Ve evet, bir çocuğun gülüşünde hepimize iyi gelen bir şey var.

Direnç var, dayanışma var.… En çok da umut var.

Aynı oda, aynı sahneler

Yeni Şafak Gazetesi’nin dün attığı manşet birçok kişiye aynı soruyu sordurdu.
Türkiye’nin ekonomi politikası bir kısır döngüde mi dönüyor?

Mehmet Şimşek göreve geldiğinde tek bir cümleye sıkıştırılmış bir umut yayılmıştı:
Türkiye rasyonel zemine dönüyor.

Ama bugün anlıyoruz ki, bu ülkede ekonomi yönetiminde rasyonellik bir nihai hedef değil; siyasal konjonktüre bağlı, siyasetin izin verdiği sürece uygulanabilen, sürekli test edilen bir tolerans sınavı.
Ve o sınav şimdi Mehmet Şimşek’in önüne konmuş durumda.

Hatırlayalım: 2020’nin son günlerinde Merkez Bankası’nın başına Naci Ağbal getirildiğinde de aynı umut dalgası yayılmıştı.

Ağbal “nas” söylemine rağmen faiz artırdı.

Ama sonra…
Oda ısıtılmaya başlandı.

Ardından manşetler geldi: Faiz lobisine teslimiyet!
Ve bir gece yarısı kararnamesiyle görevden alındı.
Naci Ağbal gitti, yerine o manşetleri atan Yeni Şafak’ın yazarı Şahap Kavcıoğlu getirildi.

Sonrası: Yuvarlanan bir kartopunun çığa dönüşmesi…

Bugün yaşananlara bakınca insanın aklına tek bir şey geliyor:

Aynı medya, aynı jargon, aynı refleksler…

Yani aslında aynı oda, aynı sahneler.
Manşetler değişse de yöntem hep aynı:

İtibarsızlaştır. Sıkıştır. Uzaklaştır.

Bugün Mehmet Şimşek’in etrafında kurulan çember, dün Naci Ağbal’ı götüren mekanizmanın birebir aynısı.

Ve Şimşek’in yürüdüğü yolun ilerisinde bir tabela çoktan dikilmiş gibi:
Buradan sonrası yasaktır.

Halbuki ekonomi bir inat değil, matematik işidir.

Ama bizde her defasında bir siyasi denkleme dönüştürülüyor.

Bu yüzden yatırımcı da, vatandaş da, bürokrat da artık şunu biliyor:

Türkiye’de ekonomi politikası değişmez. Sadece gecikir.

Ve her gecikmenin faturası, her zaman olduğu gibi, halka çıkar.