Avrupa Birliği yeni verileri açıkladı.
Türkiye’den yapılan Schengen başvurularındaki ret oranı %16,9’dan %14,5’e düşmüş.
Yetmez ama evet.
Hala randevu krizimiz sürüyor ama bu oranlar ufak bir teselli olmadı değil.
Küçük bir umut ışığı yanıyor olabilir.
Yine de kimsenin konuşmadığı asıl mesele orada, yerli yerinde duruyor:
Vize serbestisi için hala karşılanmamış 6 kriter var.
Ve en kritik olanı, her zamanki gibi: Terörle Mücadele Yasası.
★★★
Bu yasa, sadece bir kanun maddesi değil.
Türkiye’de ifade özgürlüğünün, muhalefetin, gazeteciliğin, hatta bazen mizahın bile kaderini belirleyen bir eşik.
Avrupa’nın gözünde ise bu yasa, Türkiye’nin demokrasiye ne kadar yaklaşmak istediğinin göstergesi.
“Terörsüz Türkiye”nin konuşulduğu şu günlerde, işte bu madde daha da kritik hale geliyor.
Çünkü eğer gerçekten silahların sustuğu, örgüt tehdidinin ortadan kalktığı bir dönem başlıyorsa, “Terörle Mücadele Yasası”nda da AB’nin istediği esnekliğin sağlanabilmesi ihtimali doğuyor.
Bu hafta Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor, Euronews Türkçe’ye verdiği röportajda tam da bu noktaya dikkat çekti.
Yasa için açıkça şunu söyledi:
“Terörle mücadele yasası PKK’yı hedef alıyor ama (...) öğrenciler, belediye başkanları, gazeteciler gibi birçok kesime karşı kullanılıyor (...) ve bu büyük bir sorun. Eğer barış süreci olacaksa, terörle mücadele yasasının profili tamamen değişmeli. Artık PKK gibi bir tehdit yoksa, bu yasa diğer kesimleri bastırmak için bahane olarak kullanılmamalı.”
Bu sözler, yalnızca Avrupa’nın beklentisini değil, iç hukuktaki çelişkiyi de gözler önüne seriyor.
Bu yüzden önümüzdeki dönem bir tür turnusol kağıdı işlevi görecek:
Gerçekten terörle mücadele mi ediliyor, yoksa “terör” gerekçesi hala her eleştiriyi susturma kılıfı mı?
Yasa gerçek amacına mı dönecek, yoksa baskı aracı olmaya devam mı edecek?
PKK’nın “fesih” ilan ettiği, barış ve normalleşme mesajlarının öne çıktığı bir süreçte, Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik yapılmazsa, bu da ayrı bir mesaj olur.
Amor, röportajında Eski İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in meşhur sözünü hatırlatıyor:
“Demokrasi, gecenin üçünde kapı çaldığında sütçünün gelmesidir”
Ve ardından ekliyor:
“Demokrasi ile Türkiye arasındaki fark budur. Eğer olgun bir demokrasi değilseniz, Avrupa Birliği üyesi olamazsınız.”
Gerçekten vize serbestisi istiyorsak, önce kapıların dışa değil, içeride hukuka açılması gerekiyor.
Önce içeride hukuk düzenini kurmalı, yargı bağımsızlığı sağlanmalı, düşünce suç olmaktan çıkarılmalı, hukukun güvenliği sağlanmalı.
Aksi takdirde ne vize alınır, ne bu samimiyet testi geçilir.
Üstelik bu kez sınıfta kalan, sadece Ankara değil;
Türkiye’de demokrasiye inancını korumaya çalışan herkes olur.
Yanlış teşhis, yanlış tedavi
“Ekonomi kötü diye çocuk yapılmıyor deniyor. Öyle olsaydı, varlıklı insanlar daha çok çocuk yapardı.”
Cümle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu, İlim Yayma Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Bilal Erdoğan’a ait.
İddialı. Net. Ama eksik!
Çünkü bazen kararları veriler değil, duygular belirler.
Hele konu bir çocuk dünyaya getirmekse...
Bugün Türkiye’de çocuk sahibi olmamak bir tercih değil, bir mecburiyet haline geldi.
Yüksek kiralar, işsizlik, belirsiz bir gelecek...
Bir çocuğun yalnız bez, mama masrafı değil mesele.
Bir çocuğa umut sunamamak. Onu geleceksiz bir hayata getirme korkusu.
Bilal Erdoğan bu çıkışıyla, aslında Sağlık Bakanlığı’nın “normal doğumu teşvik kampanyası”nın izinden gidiyor.
Orada da benzer bir eksiklik vardı: Kadınları suçlayarak toplumu düzeltmeye çalışmak...
O kampanyada sezaryen doğum yapanlar hedef alındı.
Sanki sezaryen değil de normal doğum seçilse, doğum oranı artacak, sağlık sistemi düzelecek sandılar.
Halbuki görmedikleri şuydu: Sezaryen yapanları hedef almakla ne doğum oranı artacak ne sağlık sistemi düzelecekti...
Aynı şey şimdi çocuğu olmayanlara yapılıyor.
“Nankörsünüz” imasıyla, gerçekte çözülememiş bir yapısal krizin üzeri örtülüyor.
Sebeple değil, sonuçla kavga ediliyor.
Oysa çözüm, sosyal politikayla, güvenli kreşlerle, yaşanabilir kiralarla, kısacası insanların kendini güvende hissetmesiyle gelir.
Gençler cezaevindeyken, çalışmak zorunda kalan gençlerin hatta çocukların sayısı her geçen gün artarken hiçbir aile “gelecek” hayali kuramaz.
Tıpta da böyledir:
Yanlış teşhis, yanlış tedaviye götürür.
Bu toplum çocuk yapmıyorsa, nedeni çok açık: Yarınından emin değil.
Ve bunun çözümü, daha çok çocuk değil; daha çok adalet, daha çok güven, daha çok gelecektedir.