Cassandra sendromu, kişinin gerçek ve önemli bilgileri veya endişeleri paylaştığında, başkaları tarafından inanılmaması veya dikkate alınmaması durumunu ifade ediyor.
Bu terim, Yunan mitolojisindeki Cassandra karakterinden gelir; Cassandra, gelecekte olacak felaketleri gören ama kimseyi inandıramayan bir kahindir.
Türkiye’de de bir kesim adeta bir Cassandra sendromu yaşıyor. Gerçekleri görebilen, hissedebilen ve bu durumu anlatmaya çalışan insanlar var, ama onların çığlıkları bir türlü yankı bulmuyor.
Ekonomik zorluklar, işsizlik, yüksek enflasyon, adaletsizlik... Bunlar, toplumun her kesiminde hissedilen derin yaralar. Ancak, bu sorunların asıl sebeplerini dile getirildiğinde, çözüm önerilerini sunulduğunda, sanki duvarlara konuşuyormuşuz gibi bir hisse kapılıyoruz.
Ya da daha kötüsü, söylenenler göz ardı ediliyor, ciddiye alınmıyor. Sanki toplum olarak, bir trajedi yaşanacağını biliyoruz ama kimse bunu kabullenmek istemiyor.
Bu çaresizlik ve duyulmama hali, halkın bir kısmını daha da içine kapanık hale getiriyor, çünkü ne söylenirse söylensin, değişen bir şey olmuyor.
Cassandra’nın laneti, bugün bizim de üzerimizde; görüyoruz, hissediyoruz, ama anlatamıyoruz. Bugün, biz de yaşadığımız zorlukları, geçim derdini, ekonomik baskıları, yolsuzlukları, haksızlıkları dile getirmeye çalışsak da ne yazık ki sesimizi duyuramıyoruz.
Problem kimde?
“Hayatta en acıklı şey, bir insanın probleminin kendinden kaynaklandığını görememesidir” demiş Carl Jung.
Kendi problemlerinin kaynağını göremeyen bir kişi, aynı hataları tekrarlar ve hayatında sürekli olarak benzer sorunlarla karşılaşır.
Bugün, ülkemizde pek çok insan pahalılıktan, adaletsizlikten, eğitimdeki yetersizliklerden şikayet ediyor. Ancak, bu şikayetlerin ardında yatan gerçek sebepleri görebilmekten, analiz edip anlamaktan çok uzaklar. Sorunların arkasında sadece dış faktörleri suçlamak, sorunun temelini görmemek toplumu çözümden de uzaklaştırıyor.
★★★
Sorunlara çözüm bulamamamızın bir diğer nedeni de karşımızdakini dinlememek. Bazen oturup sohbet ederken fark ediyorum; birbirini dinlemeyen, sadece kendi söylediklerine odaklanan o kadar çok insan var ki! Herkes kendini anlatmaya kaptırmış, başkasının ne söylediğini umursayan yok.
Aslında dinlemek, sadece karşımızdaki kişinin konuşmasına fırsat vermek değil; aynı zamanda onun söylediklerini anlamak, bir nevi empati kurmaktır. Dinlemeyen, doğal olarak da karşısındakini de anlamıyor.
★★★
Konuşurken birbirini tam anlamayan toplumumuz, okuduğunu da tam anlayamıyor maalesef.
PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sonuçlarına bir göz atarsak, Türkiye’nin okuduğunu anlama becerisinde 81 ülke arasında 36’ncı sırada yer aldığını görüyoruz. Bu ne demek? Öğrenciler sadece ders kitaplarını değil, karşılarında iletişim kurdukları kişileri de tam anlamakta zorlanıyorlar.
Ne yazık ki eğitim sistemimiz, eleştirel düşünmeyi, dinlemeyi ve anlamayı öğretmekten uzak. Oysa dinlemek, anlamak ve kendini ifade edebilmek, bir eğitim sisteminin çocuklara verebileceği en değerli kazanımlar.
Eğitimdeki bu eksiklikler, günlük hayatımıza da sirayet ediyor. Anlamadan ezberlemeye dayalı bir eğitim, uzun vadede bireylerin eleştirel düşünme becerilerini de zayıflatıyor. Bu kısır döngü, toplumun genel bilgi seviyesini düşürürken, iletişim kurma becerisini de zayıflatıyor ve bireylerin kendilerini tam anlamıyla ifade etme yetilerini köreltiyor.
Bunların hepsi bir araya gelince, toplumda sağlıklı iletişim kurmak neredeyse imkansız hale geliyor.
Sonuç; iletişim problemi yaşadığının ve böyle bir eksikliğinin olduğunun farkında olmayan insanlarımız, doğal olarak buna bir çözüm de aramıyor.
Herkes sorunun kendinde olmadığına inanmış bir kere...