AKP hükümetleri, 2002-2007 arasında Avrupa Birliği’ne tam üyelik konusunda herkese nal toplatıyordu.

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan her fırsatta AB’nin toplantılarına katılıyor, başta dışişleri bakanları olmak üzere tüm bakanlar Avrupa başkentlerini mesken tutuyordu.

Hatta 17 Aralık 2004’te AB’nin devlet ve hükümet başkanları ortak bir karar alarak, “Türkiye Avrupalıdır. Avrupa Birliği’ne üye olabilir” deyince, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, gündüz vakti havai fişek şovu bile yapıyordu..

Bu arada, “uyum çalışmaları” başlıyor; Türkiye, yasalarını yavaş bir hızla da olsa AB mevzuatına uyduruyordu.

Sigara yasakları, poşetin parayla satılması, iş güvenliği önlemleri hep bu dönemde hayata geçirildi.

Ancak AKP’nin AB aşkı çok sürmedi.

Çünkü asıl amaç Avrupa’yı devreye sokarak, Türkiye’deki bazı yasakları kaldırmaktı.

Bunların başında da türban yasağı vardı.

Bu dönemde AB’nin tüm yetkilileri AKP hükümetlerine büyük destek verdi.

Asıl amacın “özgürlükleri” bahane ederek din üzerinden siyaset yapmak olduğunu göremedi.

★★★

Sonra...

Uyum çalışmaları aksamaya, AB ile Türkiye arasındaki görüş ayrılıkları artmaya başladı.

Ve en sonunda da Türkiye yönünü Batı’dan Doğu’ya çevirdi.

Erdoğan’ın yılda beş-altıyı bulan AB ziyaretleri iki yılda bire kadar düştü.

Avrupa’dan kimse gelmez oldu.

Bu “ilişkisizlik”, başta Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy olmak üzere Avrupalı siyasetçilerin işine geldi.

Toplulukla olan ilişkimiz, “Para karşılığında AB sınırlarını koruyan ve AB’ye mülteci akınını önleyen bekçi” konumuna düşmemizle yeni bir boyut kazandı.

Artık AB’nin gelecekteki ortağı değil, paralı askeriydik.

★★★

Dün ilginç bir gelişme oldu.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, “Türkiye Avrupa ile birleşmeli. Türkiye’ye liyakata bağlı tam üyelik yolu açılmalı” dedi.

Peki; dış politikadaki bu ani “U dönüşü”nden anlamamız gereken şey ne?

Erdoğan, “amaca ulaştıran tren” olarak gördüğü AB demokrasisine tekrar binmeyi gerçekten istiyor mu?

Bunda, Suriye’deki gelişmeler sonrasında bozulan Rusya-Türkiye ilişkilerinin etkisi var mı?

Türkiye aynı trene ikinci kez binecekse, yeni yolculuk nereye olacak?

Yok istemiyor da Rusya ve İran’a gözdağı vermek için bu kozu oynuyorsa, bu oldukça tehlikeli bir oyun değil mi?

★★★

Ülkeyi yönetenler pek farkında değil ama halkın sabrı sınır noktasına geldi.

Bu ‘gel-git’li oyunlar bir an önce bitmeli ve Türkiye, refahı, huzuru, kalkınmayı, gerçek demokrasiyi nerede bulacağına artık karar vermeli.

Aksi halde... Neyse!

GÜNÜN SORUSU

X kuşağı, Y kuşağı, Z kuşağı derken Alfa kuşağının da devri sona ermiş. 2025 ile 2039 arasında doğacak çocuklar Beta kuşağından olacakmış. Bu kuşak yapay zekanın etkisinde büyüyecekmiş. Sorum ortaya:

Bu yapay sınıflandırmaların asıl amacı, sömüren ve sömürülenlerden oluşan gerçek sınıfları unutturmak olabilir mi?

Ayrımcılık...

Miting ya da yürüyüş yapmak isteyen işçilere, kadınlara, demokratik kitle örgütlerine kapatılan İstanbul’un en önemli caddeleri ve meydanları geçen yıldan sonra dün ikinci kez Cumhurbaşkanı’nın oğlu Bilal Erdoğan’ın vakfına açıldı.

Karaköy Meydanı, Galata Köprüsü, Eminönü ve Sirkeci TÜGVA tarafından düzenlenen mitinge katılan on binlerce insanla doldu.

Miting tıpkı geçen yılki gibi “Gazze Protestosu” görünümlü “Şeriat Göstesi”ne dönüştü.

Neler olduğunu, kimlerin neler söylediğini zaten dünden beri televizyonlardan izliyorsunuz...

Ben sadece tek bir soru soracağım:

Cumhurbaşkanı’nın oğlu devrede olmasa, AKP yine de bu tarihi meydan ve caddelerde miting yapmaya izin verir miydi?

Ayrıcalık...

İktidarla iyi ilişkileri olan Demirören Holding, Hürriyet, Kanal D ve CNN Türk gibi yayın organlarını 22 Mart 2018’de Ziraat Bankası’ndan çektiği iki yılı ödemesiz on yıl vadeli 675 milyon dolar krediyle satın aldı.

Bu borun taksitleri, banka tarafından iki kez yapılandırıldığı ve faizinin önemli bir bölümü silindiği halde ödenmiyormuş...

Bunu ben demiyorum; Sayıştay’ın resmi raporu söylüyor.

Aynı banka, kredi kartından kalmış 100 lira borcunuz olsa evinize icra memurları gönderir mi, göndermez mi?

“Gönderir” diyorsanız; “bazı  kredi kullanıcıları”nın ayrıcalığı nereden kaynaklanıyor? Üstelik “para” diye emeklinin, asgari ücretlinin, dul ve yetimin gırtlağının sıkıldığı böyle bir dönemde!

Bir söyleyen olsa da öğrensek...