Bu dil sürçmesi değildi, cehalet hiç değildi...

Bu düpedüz hınçtı, bir diğer deyişle, neredeyse bir asırlık ağır bir hazımsızlıktı, üstelik, tamamen yalandı! Şu sözlerin neresi düzeltilebilirdi ki:

- Türk toplumuna travma yaşatıldı. Bir gece içinde kıyafetlerini ve dillerini değiştirmeleri istendi. Dini yaşama yolları değiştirildi...

Adam, Türkiye’nin Batılılaşma, modernleşme çabalarının en az 200 senedir sürdüğünü bilmez miydi?..  II. Mahmut’un sarık yerine fesi getirmesi üzerine, “gavur icadı” sloganlarıyla çıkan isyanları bilmez miydi? Pek sevdikleri II. Abdülhamit’in Latin harflerine geçme çalışmaları yaptığını bilmez miydi?.. H.C. Armstrong’un, Mustafa Kemal’i kıyasıya eleştirdiği için pek bir bayıldıkları “Bozkurt” isimli kitabında, “Milletin yüzde onu bile okuma bilmiyordu. Karmaşık Arap yazısı öylesine zordu ki, okuma yazma din adamlarıyla bir kaç entelektüelin tekelinde kalmıştı.... Mustafa Kemal’in büyük bir hayali vardı, bütün halkın okuma-yazma öğrenmesini istiyordu” diye yazdığını bilmez miydi?

Adam, bunların hepsini bildiği gibi, devrimlerin de bir gecede yapılmadığını gayet iyi bilirdi... Büyük devrimcinin, her devrim öncesi uzun yurt gezilerine çıktığını, yerli ve yabancı bilim insanlarıyla uzun tartışmalar yaptığını da çok iyi bilirdi... Örneğin, büyük bir cehaletle “Dil Devrimi” dediği Harf Devrimi esnasında, gazetelerin aylarca eski ve yeni Türkçeyi yan yana kullandığını, tüm yurtta halk okulları açıldığını bildiği gibi!

Adam, bir noktada çok haklıydı aslında; Aydınlanma Devrimi, gerçekten de bir takım karanlık ruhlu yobazlar ile istikbalini ve ikbalini emperyalistlerin inayetine bağlamış işbirlikçi uşaklar üzerinde müthiş bir travma yarattı! Bugün yaşananlar, bu travmaya uğrayanların “Artık tamam, rövanşı alma zamanı geldi” hezeyanlarından başka bir şey değil...

- Ama o rövanş da, bu denli kolay ve ucuz değildi!

Yalanı meslek edinmiş liberal paydaşlar!..

Gelelim işbirlikçilere...

Tarih bilgisinden fena halde yoksun oldukları için, adamcağızı destekleyelim derken içine düştükleri durum, kahkahalarla gülünecek kadar acıklıydı... Hiç mi okumazlardı, okuduklarını hiç mi anlamazlardı, inanın işin içinden çıkamamıştım!

Hele birisi “Travma” başlıklı yazısına “entelektüel düzeyin çok düşük” olduğu yakınmasıyla giriş yaptıktan sonra bunun nedeni olarak sistemimizin neredeyse tümünün “yalana” dayalı olmasını gösteriyordu.

Sadece cumhuriyetin değil ittihatçıların yaptıklarının bile sorgulanmasının yasak olduğunu iddia ettikten sonra aynen şöyle bir cümle kuruyordu:

- Koskoca bir imparatorluğu yabancı bir ülkeyle işbirliği yaparak yıkan bu adamları biz neden hiç olmazsa entelektüel düzeyde yargılayamıyoruz...”

İnsaf! Yalnızca ittihatçıları değil, cumhuriyeti ve kurucusunu bile yıllardır en ağır hakaretlerle yerden yere vurdukları yetmiyordu demek ki? Şu yukarıdaki sefil cümleye bakın; neredeyse 150 yıldır neredeyse sömürge olarak yaşamını sürdürebilen, yabancı elçilerin sadrazam atadığı, emperyalistlerin zorla kurduğu Düyun-u Umumiye’nin gümrüklerine varıncaya kadar el koyduğu, yalnızca paylaşım kavgası nedeniyle ayakta duran Osmanlı, “koskocaman imparatorluktu” öyle mi?

İnsan biraz olsun sıkılır, utanırdı... Ama, sömürge olmayı “alkışlanacak bir erdem” olarak yansıtan kalemlerden de ancak böylesine “zavallı” yazılar beklenirdi... Ancak hiç şaşırmadım; kuşkunuz olmasın, neredeyse tümü aynı kıratta...

- Bunlar aynaya bakınca, hiç yüzleri kızarmıyor mu, siz ne dersiniz?..

Türkiye’den, Türkçe’den uzak “vatansız” aydın!

Yıllar önce “Avrupa Türkçesi ‘sönüyor’ mu?-Türkçe günlük gazeteler bir bir yok oluyor” başlıklı uzun bir analiz okumuştum...

O değerli analizde, Avrupa’da yalnızca Türkçe gazetelerin yok olduğunu anlatılmıyordu; Avrupa ülkelerinde yaşayan yaklaşık 6 milyon Türk kökenli yurttaşımızın da giderek Türkçe’den koptuğunu, hatta yeni nesillerin kendisine “Türk” bile demediğinin altını çiziliyordu.

Hiç şaşırmamıştım inanın! Bir milletin, vatanında ya da dışında yaşayan yurttaşlarının, o vatana, o topraklara, o millete bağlılığını, kendi dilini en iyi şekilde kullanmasını, sevmesini sağlayacak olan yine o memleketin aydınları, edebiyatçıları, yöneticileri değil midir?

Bırakın yurt dışında yaşayan yurttaşları, günümüzde, bu ülkede yaşayan 85 milyon için hangi birlikte yaşama isteği, hangi aidiyet, hangi dilden söz edebilirsiniz, bir düşünün lütfen!

Ayrıştırılan, ötekileştirilen, düşmanlaştırılan, eğitim adı altında cehalete itilen bir topluluğa nasıl millet denilebilir lütfen yanıtlayın!

Ülkeye gönderdikleri döviz dışında en ufak değer atfedilmeyen, yalnızca “sağmal inek” olarak görülen Avrupalı Türkler, niçin bu bağlılığı sürdürsünler, cevap isterim!

Büyük Devrimci Atatürk, 1932 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:

- Münevver (aydın) halkının bir adım önünde yürür ama dirseği halka değer...

Bir avuç yurtsever aydın dışında diğerleri nerede diye soracak olursanız yanıt çok açık; yıllar önce yukarıya bir bölümünü aldığım “travma ve hezeyan” yazımda olanca çıplaklığı ile haykırıyor... Ve yıllar sonra yine açıkça “rövanş” çığlıkları atılıyor... Sevgili Attila İlhan’ın uzun yıllar önce söylediği o muhteşem tanımlamayla bitireyim:

- Ülkemizin hain kapasitesi ne yazık ki yüksektir, ancak kriz zamanlarında daha da artar!