Bazı yazılar vardır; sizi bir anda alır götürür...
Birden yıllarca önceye, alçaklıkların, haysiyetsizliklerin, namus düşkünlüklerinin alabildiğince prim yaptığı, insan onurunun bizzat sahipleri tarafından açıkça satılığa çıkarıldığı, şerefli insanların diri diri mezara gömüldüğü günlere gidiverirsiniz...
O günler, 5 paralık, dönüp yüzüne tükürmeyeceğiniz “hamam böceği” kılıklı herif-i naşeriflerin baş tacı edildiği, ülkenin yüz akı kahramanların örselendiği, ailelerinin itilip kakıldığı, zindanlara tıkıldığı, en inanılmaz yalanların, iftiraların havalarda uçuşup, “gazete” sıfatlı paçavraların manşetlerine konduğu, görünürde “insan” sıfatlı bir takım ahlaksız yaratıkların televizyon ekranlarından “fetva” verdiği günlerdir...
Ağızlarından çıkan her söz, bilgisayarlarında dokundukları her harf, aslında soysuz savcı bozuntularının, polis şefi artıklarının, karanlık tezgahlarda ürettikleri “kumpas” düzmeceleridir...
Sonra, aradan yıllar geçtikten sonra, yapılanların nasıl bir alçaklık, nasıl bir yok etme harekatı olduğu tüm açıklığıyla ortaya çıkar... O soysuzların önemli bir bölümü yurtdışına kaçmış, “kullanışlı aptal” seviyesini aşamamış ayak takımı, bir zamanlar şerefli insanları attırdıkları zindanlara tıkılmıştır...
Bazıları iktidarın saflarına yamanmış, bir bölümü ise geçmişteki günahlarının, kullanılmışlıklarının, tetikçiliklerinin üzerini örtmek için akıllarınca “üst perdeden” konuşarak, yazarak bulundukları çukurdan kurtulmanın yollarını döşemeye çalışmaktadır...
-Tıpkı ters dönmüş bir hamam böceği gibi!
İşte “Odatv davası” isimli kumpas yüzünden iki yıla yakın Silivri zindanında kalan sevgili kardeşim Barış Pehlivan’ın, ders niteliğindeki yazısını bu duygularla okumuştum yıllar önce:
–Bir hamam böceğini anlattığı o muhteşem yazı biraz olsun yüreğimi soğutmuştu!
Haysiyet celladı!..
Barış, Borchert’in “Gerçek, kasabanın fahişesine benzer. Onu herkes tanır, ama yine de sokakta karşılaşmaktan utanç duyar” sözleriyle anlatmaya başladığı o günleri, yapılan aşağılık haberleri, yalanları özetlerken, sırf bu “cadı avı” yüzünden adeta cinayete kurban giden kahramanları da anıyordu...
Türkan Saylan’ın, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin, Yarbay Ali Tatar’ın, Kaşif Kozinoğlu’nun akıl almaz suçlamalarla nasıl itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını, nasıl intihara ya da ölüme sürüklendiğini anlatıyordu...
Sahte mektuplarla gencecik teğmenlerin, hayatının baharındaki genç kızların, Ortaçağ kafasına karşı yiğitçe mücadele veren derneklerin nasıl karalanmaya çalışıldığını tek tek gösteriyordu.
Bugün kendisini aklamak için her türlü cambazlığı yapan kumpas yıllarının “genel yayın yönetmeni” sıfatlı muhtereminin yalanlarını da bir “düello eldiveni” gibi yüzüne çarpıyordu, her ne kadar anlamaktan uzak olsa bile!
Ancak, daha da önemlisi sevgili Barış Pehlivan, tarihe son derece önemli bir not düşerek, “Ahmet Altan” isminin ne anlama geldiğini de anlatıyordu...
– Tarih Baba’nın “kara kaplı defterinde” mutlaka bulunması gereken bir yazıydı!
“Mutfaktaki böcek ve Ahmet Altan”
Barış Pehlivan, Ahmet Altan’ı yukarıdaki başlık altında şu sözlerle anlatıyordu :
-Ahmet Altan demek; polisin ABD Büyükelçisi’ne Yaşar Büyükanıt’ın kızının özel hayatına dair fotoğrafları gösterdiğini anlatan Wikileaks belgesini saklamaktır.
-Ahmet Altan demek; Cemaat’in polislerini “yazar” diye pazarlamak ve onların operasyonel köşelerine Taraf’ın sayfalarını açmaktır.
-Ahmet Altan demek; köşesinden “Şu isimler tutuklansın”cılık yapan Rasim Ozan Kütahyalı’yı medyaya kazandırmaktır.
-Ahmet Altan demek; yıllarca AKP’yi yalayıp, Cemaat’in savaş açmasıyla “Nereden çıktı bu diktatör?” diye sormaktır.
-Ahmet Altan demek; Danıştay katillerinin Cemaat’e uzanan ilişki ağlarını saklamaktır.
-Ahmet Altan demek; önce faili meçhullerde parmağı olan polislerle işbirliği yapıp, sonra “Kim işledi bu faili meçhulleri?” diye dalga geçmektir.
-Ahmet Altan demek; kendi yazı işleri müdürünün itirafıyla “Emniyet’in dinleme borularını gazetesine bağlayıp”, sonra “gazetecilik” dersi vermektir.
-Ahmet Altan demek; Fethullah Gülen’i üzen tek yazısından sonra özür dilemek ve “Ben onları kabul ederlerse Sırat Köprüsü’nde sırtımda taşırım” demektir.
-Ahmet Altan demek; Goebbels’in “Eğer yeterince büyük bir yalan söyler ve bu yalanı yeterince uzun süre tekrarlarsanız eninde sonunda insanlar bu yalana inanır” sözünü uygulamaktır.
-Ahmet Altan demek; Hrant Dink cinayetine dair BTK Raporu’nu yayınlarken sorumlu polis şeflerinin ismini sansürlemesine rağmen, Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü utanmadan almaktır. “Gazeteciliğin en büyük alçaklığı ve sahtekarlığı belki de yayınladıklarından çok ‘yayınlamadıkları’ haberlerde saklıdır” deyip, o alçaklığı bizzat yapmaktır. Altan’ın Taraf’ı, Dink’in cesedinin üzerine örtülen gazetedir.
Unutmayız; Ahmet Altan’ın elinde Türkan Saylan’ın, Ali Tatar’ın, Murat Özenalp’in, Cem Aziz Çakmak’ın kanları, cezaevi kapısında bekleyen bebeklerin ahı vardır. İşte bu yüzden...
Ahmet Altan’ın “Ben bir şey yapmadım” tefrikaları önüme düştüğünde hissettiklerimi, gece su içmek için mutfağa gittiğimde tezgahın üstündeki böcekle karşılaştığım anla karşılaştırıyorum...
Omuzlarımızdaki görev
Barış’ın gelecekteki kuşaklara müthiş bir armağan olan bu yazısı, bana büyük Şair Nazım Hikmet’in “Bir provokatör üzerine hiciv denemeleri” isimli şiirindeki şu dizeleri anımsatmıştı:
–Sen de bilirsin ki, jurnal esnafı, senin gibiler/ tutulup kulaklarından birer birer/ teşhir edilirler/ Ben, sadece söküp bir fitnenin otuz iki dişini/ ve Babıali kaldırımlarına döküp geleceğini geçmişini aldım omzuma işte bu teşhir işini...
Tarih önünde bir eğri küçük virgül bile olamayacak, ancak zavallı bir vesile olarak kalacak bu gibileri teşhir etmek işi de bizim omuzlarımızdadır...
–Arşivler asla unutmaz, unutturmaz!..