Gazeteci, yazar, siyasetçi... Türkiye’nin en saygın kalemlerinden biriydi Altan Öymen. Ama her şeyden öte bizim ‘Altan Abi’mizdi. Başımız sıkıştığında başvuracağımız kütüphanemiz, nezaketi özlediğimizde arayacağımız bir beyefendi, umudumuz tükendiğinde bizi ayakta tutacak bir çınar.

Çok üzgünüm, bir abiyi, bir hocayı ve en önemlisi artık eşine rastlanmayan bir beyefendiyi kaybettik.

Altan abi ile defalarca söyleştik. Her kitabı çıktığında, gazetecilik her krize girdiğinde...

2020 yılıydı, Altan abi gazetecilikte 70’inci yılını kutluyordu. Yine onunla bir söyleşi yapmaya gittim. Bana dedi ki “Biliyorsun ben çabuk beğenmem, ya sen mükemmel bir editörsün ya da ben yaşlandım... Bugün bir gazetenin başına geçsem, ilk alacağım kişi sen olurdun.” Bunu sık söylerdi, komplimandı belki ama bana çok iyi gelirdi. Bu arada kolay beğenmezdi, gazeteye son gelen yazı hep onun yazısı olurdu, bu çok anlatılan da bir efsaneydi. Hiçbir kelime öylesine edilemezdi çünkü, anlamlı olacak ve en önemlisi dilimize
saygı duyacaktık.

Son buluşmamızda birlikte sahnedeydik. 

GAZETECİLİKTEKİ EN ZOR GÜNÜ

Bir gün ona, gazetecilikte en zor gününü sordum. İşte cevabı: “Başka zor günlerim de vardır tabii... Ama şimdi aklıma gelen şu: 1958’deki Irak ihtilalini izlemek için Beyrut ve Kahire üzerinden Bağdat’a gittiğim günler... Kızım yeni doğmuştu. Ama o işe gazeteden hemen gidebilecek durumda, yani pasaportu, dövizi cebinde olan başka kimse yoktu. Pasaport ve döviz, bende başka bir gezim için vardı. Onları Irak için kullanabilirdim. Ben gittim. Ve sadece haberleri izlemekle kalmadım. Bir de olayı her cephesiyle anlatan bir yazı dizisi hazırladım. Zorluklar sadece olayları izlemekte, demeçler almakta, izlenimler yazmakta değildi. Asıl sorun, sansür altındaki iletişimden doğan olanaksızlıkları aşmaktı. Bir de iş bittikten sonra, Türkiye’ye dönmek için ulaşım güçlüğü vardı. Uçak seferlerinin çoğu durdurulmuştu. Haberleri, fotoğrafları dönerken birlikte götürmek de, uçuşa devam eden az sayıda uçakta yer bulmaya bağlıydı. Benim gibi olayları yerinde takip eden Milliyet yazarı Turhan Aytul, o yer bulma işini benden önce başarmıştı. Dönüş biletini almıştı. Ben çok uğraşmıştım ama o işi halledememiştim. Türkiye’ye daha önce döndü. İhtilalin lideriyle ayrı ayrı yaptığımız söyleşiyi de benden önce yayınlayabildi. O yüzden sık sık aklıma gelir. Tabii, bugünkü iletişim imkânlarına sahip genç gazetecilerin aklına, artık “haberi iletme” sorunu diye bir sorun gelmesine gerek yok. Her şeyi, her istediğiniz zaman, cebinizdeki telefondan iletebiliyorsunuz. Ama o günün haberleşme olanakları telefon ve telgrafla sınırlıydı, ulaşım olanakları da tarifeli uçaklarla... Hele bir ihtilal döneminde haberleşmedeki sansürü aşmak da kolay değildi, uçaklarda yer bulmak da...”

Altan abiyle çok sayıda söyleşi yaptık. 

GAZETECİLER NEDEN ÖZGÜR OLMAK İSTER?

Altan abiyle özgürlükleri konuşurduk. Elbette tüm tecrübesi ve tanıklıklarıyla bize gazeteciliğin geçtiği zorlu günleri anlatırdı. Bu aynı zamanda bir umuttu, çünkü yaşanan tüm zorluklar bir şekilde atlatılmış, gazetecilik her engeli aşmıştı. Yine aşabilirdi... Yanından
hep bu duyguyla ayrıldım.

Peki dedim Altan abi, ‘gazeteciler ne için özgürlük ister?’

Yine tatlı tatlı anlatmaya başladı: “Görevlerini yapmak için... Görevleri de, halkı, o arada demokratik ülkelerdeki seçmenleri, ülkede ve dünyada olup bitenler hakkında bilgilendirmek için... Halkın ve özellikle seçmenlerin o bilgileri izleme ve öğrenme hakkı vardır. Onlar da o haklarını kullanmak isterler. O hakkı kullanmak, aynı zamanda onların görevidir de... Öğrensinler ki, seçimlerde oy kullanırken isabetli davransınlar. Bunu, tabii, kendilerine güvenen politikacılar da ister. Ama işte bazı politikacılar bunu istemiyor. Kendilerine güvenmiyorlar çünkü. O yüzdendir ki, basınımızın her şeyi yazmamasını, anlatmamasını istiyorlar... Ki, halkı kandırmaları kolaylaşsın.”

Şimdi hocamıza göre, iyi gazeteciliğe her zamankinden fazla ihtiyaç vardı, bunu da en iyi gazeteciler görüyordu. Aslında halkın büyük kısmı da...

Hani her gün dozunu artıran, siyasetin o ‘kötü dil’i var ya, onu da konuşurduk: “Belirli siyasetçilerin gazetecilere karşı kullandıkları dil, terbiyeli değil. Atasözlerimizde yeri vardır: “Kem söz sahibine aittir” denilir. Yani, “Kendisini tarif eder”.   “Üslub-ı beyan ayniyle insandır” denilir, o da aynı anlamdadır. Veya “Kişiyi nasıl bilirsin? Kendin gibi...” O da öyle. Benim aklıma hep o deyimler gelir... Ama o siyasetçiler, o üslupla, kendi kişiliklerindeki olumsuzlukları ortaya koymakla kalmıyorlar. Aynı zamanda, kendi yandaşlarına kötü örnek oluyorlar ve politikacılara ve gazetecilere karşı hiddet ve şiddet olaylarını teşvik etmiş oluyorlar...”

Bu fotoğraf değerli arkadaşım foto muhabiri Sebati Karakurt’un objektifinden. 

Bir de ‘yandaş, candaş’ gazetecilik vardı tabii... Her dönem iktidara yakın gazeteler/gazeteciler vardı. Ama bugünkü gibi bir üsluba mı sahipti?

Geçmişi bakın nasıl anlatıyordu: “O konuda bugünkü gibi bir durum gerçekten hiç görülmedi. Herhalde yakın olmaya çalıştıkları iktidar çevrelerinden ilham alıyorlar...”

Bu yazıyı Altan abimizin gençlere tavsiyeleriyle bitirmek isterim.

“Her şeyden önce şunu hatırlatmak isterim: Söz, rahmetli gazeteci Metin Toker’indir. Derdi ki: ‘Gazetecilik dünyanın en iyi mesleğidir.’ Buna, şu anlamdaki bir koşul da eklerdi: ‘Tabii, eğer gereği gibi yapılırsa...’ Bu tanı, bence de isabetlidir. Gazetecilik öyle bir iş ki, ülkemizdeki gazetecilik, o koşullar altında bile, birçok yetenekli ve birikimli gencimizi kendi saflarına çekebildi. Ve Türkiye’deki gazeteler, zaman içinde –sahiplerinden muhabirlerine, yazarlarından teknik elemanlarına kadar tüm insanlarının katkılarıyla– dünya çapında başarılı sonuçlara ulaşabildi. Hele Türkiye’den başka ülkelere gidip yerleşenlerimizin bulunduğu ülkelerde, matbaalar kurabildi. Sadece Türk gazetelerinin değil, başka ülkelerin gazetelerini hazırlatıp basacak olanaklara kavuştu. Bu gelişmeler, sadece teknoloji ve işletmecilik açısından değil, gazete yönetimi, habercilik, yorumculuk, sayfa düzeni gibi alanlarda da kendini gösterdi. Televizyonculukta da, –televizyon dizileri başta olmak üzere– belirli alanlarda önemli başarılar sergiledi. Kısacası: Ülkemizde, bu mesleğin hem teknik altyapısı, hem deneyim birikimi, hem de deneyimli insanları eksik değildir. Ve ülkemizin, basınıyla birlikte, tümüyle demokratik bir ülke haline gelmesi, mesleğimizin yeni yeni atılımlar içine girmesine yetecektir.”

Umarım Altan abim, umarım dediğiniz gibi olur.

Son olarak yakın zamanda bir yerde konuşmacıydı, “İpek sorsun” demiş. Normalde TV dışında bir organizasyon kabul etmiyorum. Ama Altan abim istemişti, “Zevkle” dedim. Orada bir araya geldik, ben sordum, o Uğur Mumcu’yu anlattı.

Sonra birlikte yemek yedik, yiyeceğimiz son yemekmiş.

Hayatınızın son günlerine kadar demokrasi için mücadele ettiniz, tarihin doğru tarafında durdunuz, okudunuz, yazdınız ve yol gösterici oldunuz Altan abi.

Sizi çok özleyeceğim, tavsiyeleriniz ışığım olmayı sürdürecek.