Son günlerde art arda yaşanan bazı gelişmeler bir araya getirildiğinde, akıllara ister istemez şu soru düşüyor:

Türkiye’de yalnızca siyasetçiler değil, iş insanları da mı pozisyonları nedeniyle hedef alınıyor?

Ekrem İmamoğlu’nun seçim sürecinde sıkça toplantılar düzenlediği Le Meridien Oteli’nin müdürü ve güvenlik müdürü, “delil karartma” suçlamasıyla gözaltına alındı. Otelin sahibi ise kamu ihaleleriyle büyümüş, uzun yıllar boyunca iktidara yakınlığıyla bilinen bir isimdi: Makyol’un patronu Adnan Çebi.

Bu gelişmenin hemen ardından TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’ın, üç hafta sonra çıkacağı duruşma öncesinde AKP’li Nihat Zeybekci tarafından “nazikçe” ziyaret edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Ey TÜSİAD” çıkışı hafızalardayken, ziyaret kamuoyuna “nezaket” olarak yansıtıldı ama satır araları daha fazlasını düşündürdü.

Sessizlik artık “koruma kalkanı” değil

2019’da iptal edilen İstanbul seçimlerinin ardından İmamoğlu’nun yaptığı bir konuşma, geçtiğimiz haftalarda, tutuklanmasından sonra sosyal medya hesabından tekrar paylaşıldı. O konuşmada şunları söylüyordu:

“Sanatçıymış, konuşamazmış — konuşacak.

İş insanıymış, konuşamazmış — konuşacak.

Artık bu toplumda işçisi de konuşacak, eski siyasisi de öğretmeni de memuru da... Herkes konuşacak.”

Bu sözlerin söylendiği atmosferle bugünün koşulları arasında dikkat çekici bir fark var.

Türkiye’de “nötr” kalmanın, “tarafsızlık” anlamına geldiği günler çoktan geride kalmış durumda.

 Sermaye nasıl “riskli” hale geldi? 

Türkiye’de büyük sermaye, uzun yıllar boyunca “iktidarla teması” bir zorunluluk olarak gördü. Ancak ekonomideki tıkanma, yatırımcı güvenindeki kırılma ve uluslararası izolasyon iş dünyasını belki de yeni arayışlara itti.

Ve belki de ilk kez, “iktidar değişebilir” cümlesi sadece sokakta değil, büyük toplantı salonlarında da yüksek sesle telaffuz edilmeye başlandı.

Bu da yeni bir kırılma noktası yarattı:

İktidarın gözünde, yalnızca muhalefete destek veren değil, ihtimali konuşan bile artık riskli konuma geldi.

Şimdi zihni meşgul eden sorular çoğalıyor:

Bu gözaltılar ve ziyaretler, sadece yasal süreçlerin mi parçası, yoksa sermayeye verilen politik mesajlar mı?

Türkiye’de iktidarın geleceğine dair bir fikri olan herkes, artık yalnızca söyledikleriyle değil, nerede oturduğuyla, kiminle konuştuğuyla da mı yargılanıyor?

İktidar olasılığı değiştikçe, “yanlış ihtimalle temasa geçmek” artık başlı başına cezalandırma gerekçesi mi oluyor?

Söz değil, “temas” suçu

Türkiye’nin siyasal tarihinde iş dünyası, genellikle güçlü olana yaklaşmakla bilinir. Ama şimdi, yaklaşmaya çalıştıkları yeni bir güç ihtimali nedeniyle, geçmişin güçlüleri tarafından cezalandırılıyor olabilirler mi?

Henüz bilmiyoruz.

Ama bildiğimiz bir şey var:

Bu ülkede konuşmanın da, susmanın da, sadece bir masada oturmanın da bir bedeli olabilir...

Papa Trump: Vatikan’ı Yeniden Büyük Yapalım!

Koltuktaki 100. gününü yeni doldurmuş ABD Başkanı Donald Trump, yine kendine has bir çıkışla gündemde. Anayasayı zorlayıp üçüncü dönem başkanlık isteğini dile getirmesi yetmedi, şimdi de “Tanrı’nın evi”ne göz dikti. “Papa olmak isterdim” dedi.

Katolik bile olmayan Trump için bu mümkün mü, teknik ayrıntılara takılmayalım. Bir an durup sadece hayal edelim... Gerçekten Papa olsaydı dünya nasıl bir yer olurdu?

Altın cübbe, bayraklı pelerin, dev heykel...

Trump’ı tanıyorsak, her makam onun için bir kürsü, her kürsü ise bir gösteri alanıdır.

Bu yüzden onun yönetiminde Vatikan, Beyaz Saray’dan farksız olurdu.

Kişisel imajla başlayalım.

Mütevazılığın yerini görkem alırdı.

Papa’nın geleneksel beyaz cübbesi hızla altınla kaplanır, omuzlara Amerikan bayrağından bir pelerin iliştirilirdi.

Ayakkabılar muhtemelen son moda, markalı...

Vatikan’a da el atardı elbette.

Aziz Petrus Meydanı’na devasa bir Trump heykeli dikilirdi.

Gazze’ye Trump Tower inşa etme hayali kuran birinden, Vatikan için daha azı beklenemez.

Eski yapılarda “kentsel dönüşüm”e gidilirdi.

“Trump Vatican Tower” projesiyle Papalık Sarayı yerle bir edilir, yerine altın camlı bir gökdelen kondurulurdu.

Dua mitinge, ayin promosyona dönüşürdü

Günlük rutinlerde de değişiklik olurdu.

Papalık mesajları Aziz Petrus Meydanı’ndan değil, prime time’da canlı yayınlarda verilirdi. Her dua bir mitinge, her miting bağış kampanyasına dönerdi.

Günah çıkarmak promosyonlu olurdu:

“Bu hafta aldatma günahında %50 indirim! 6 günahı toptan alana 7.si hediye”...

Kardinallerin yerini CEO’lar alırdı.

Kilise sadece fedakar ruhları değil, Forbes 100 listesine girenleri de aziz ilan ederdi.

Pazar ayinleri değil, kampanya ofisleri kurulur. İnanç değil, yatırım teşvik edilirdi.

Ama belki de en çarpıcı olanı şu:

Trump Papa olsaydı, din bile bir seçim kampanyası aracına dönüşürdü.

Ruhani olan dünyevileşir, kutsal olan sadece PR değeri üzerinden anlam bulurdu.

O yüzden asıl soruyu sona saklayalım:

Papa Trump bir şaka mıydı?

Yoksa dünyanın geldiği hali özetleyen trajik bir işaret mi?

Çünkü “Papa Trump”lı dünya tek bir doktrinle yönetilirdi:

“Ya benimlesin ya da cehennemde!”