Yıllar önceydi…

Cumhurbaşkanı, sivil toplum kuruluşlarıyla yaptığı bir toplantıda “yerli ve milli anayasa” çağrısı yapmış,  yetinmemiş eski anayasaları da şu sözlerle yerin dibine sokmuştu:

-Bugüne kadar yapılan anayasaların hepsi ithal, ithal ürünlerle yönetildik, ithal mantıklar bize hakim oldu!

İyi güzeldi de ben yine anlamamıştım; “yerli anayasa” nasıl olur, “milli başkanlık” nedir?. Benim bildiğim; adam gibi yönetilen ülkelerin anayasalarında çok doğal olarak benzerlikler bulunurdu, ayıp da değildi bu!.. Örneğin Avrupa ülkelerinin anayasalarında, hep aynı sözcükleri görebilirdiniz

-Bağımsız, özgür toplum... Sosyal devlet... Çağdaş millet... Parlamentonun, başbakanın, cumhurbaşkanının yetkileri...

Bir anayasanın “yerli”, “milli” olması için, ne koymak gerekirdi içeriğine?.. Başkan nasıl milli olurdu? Bundan önceki Cumhurbaşkanları, Meclisler gayrı milli miydi?! Açmış, 1921 Anayasasına bakmıştım; o zamanki adıyla Teşkilat-ı Esasiye Kanunu... Daha Kurtuluş Savaşı sürerken Ankara’da Meclis’te kabul edilen ilk anayasamız. Ayrıca en kısa anayasamız; 23 madde ve bir ayrık maddeden oluşuyordu. Daha birinci maddesi nasıl milli ve yerli bir anayasa olduğunu “dank” diye kafanıza vuruyordu:

Madde 1: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim şekli, halkın mukadderatını bizzat ve fiili olarak yönetmesi ilkesine dayanır.

Madde 2: Yürütme kuvveti ve yasama yetkisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclis’inde belirir ve toplanır...

Sonraki maddelerde Türkiye devletinin nasıl yönetildiği, kanunların işlevi, yasama çalışmalarının tanımı diye sürüp gidiyor. Henüz kaldırılmadığı için Şeriat hükümlerinin uygulanmasına ilişkin maddeler de yer alıyordu…

-Şimdi söyler misiniz, bunun neresi gayrı milli, neresi ithaldi?

Ah bu danışmanlar!

“Belki de, çok kısa, yetersiz filan diye bunu anayasadan saymamıştır Saray”, diye düşündüm...

Tuttum, 1924 Anayasası’na baktım. Bu sefer birinci madde “yönetim şekli Cumhuriyettir”, ikinci madde “Dili Türkçe, başkenti Ankara’dır” yazıyor sonra egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunun vurgulandığı üçüncü maddeyle devam ediyor. Sonuna kadar baktım, yerliliğimize, milliliğimize halel getirecek bir duruma rastlamadım!

1924 Anayasa’sında yıllar içinde 3 değişiklik yapılmıştı; 1928’de “devletin dini İslam’dır” maddesi çıkarılmış, 1930 yılında “kadınlara seçme ve seçilme hakkı” tanınmış, 1937 yılındaysa “laiklik ilkesi” anayasaya girmişti. Eğer birilerinin rahatsızlığı bundansa bilemem tabii...

1961 Anayasası, 60 ihtilali sonrası, bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanmış, halkoyuna sunulmuş, Yüzde 60.4 oranıyla kabul edilmişti. Parlamento, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senato olarak ikiye ayrılmıştı. Güçler ayrılığı sağlanmış. Yargı bağımsızlığı tesis edilmişti. Anayasa Mahkemesi kuruldu. Yürütmenin tüm eylemleri anayasal bir kuruluş olan Danıştay’ın denetimine verildi. İşçi ve memura sendika kurma ve grev hakkı tanındı. Planlı kalkınma için Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu. Üniversiteler ve TRT özerkleştirildi. Anayasaya “sosyal devlet” kavramı eklendi...

Saray’ın “ithal” tanımına, Türkiye’nin “en özgürlükçü anayasası” olarak tarihe geçen bu anayasa uyuyordu galiba. Ancak bu durumda da onun tanımına uyan, “yerli” anayasa dünya üzerinde bulunmuyordu, çünkü yukarıda saydığım maddeler, evrensel olarak kabul gören, çağdaşlığın ölçüsü kabul edilen maddelerdi... Diktatörlükler ve İslam cumhuriyetleri hariç tabii!

-Sanıyorum bol miktardaki başdanışman  Cumhurbaşkanı’na yeterli izahatı vermemişti.

Parlamenter sistem kime niçin batar?

“Başkanlık” meselesi de bir başka alemdi…

Önce adı “Türk tipi Başkanlık” idi, ancak Meksika tipinden, ABD modeline kadar hepsi konuşuldu, bir tek “Türk tipi” ne demektir anlatılmadı. Biraz da eleştiriye uğrayıp, “diktatörlük” söylemleri öne geçince, Saray bu durumdan hoşnut kalmadı sanırım, sıfat değişti,“Milli Başkanlık” oldu...

Yine aynı sorunla karşı karşıya kalmıştık; bundan önceki Cumhurbaşkanları, gayrı milli miydi yani?.. Milli sıfatı neyi anlatıyordu?. Daha yeni anayasa için komisyon bile toplanmamıştı ancak, Cumhurbaşkanı uyarıyordu:

-Yeni anayasa, başkanlık olmadan sakat kalır!

Bizler de şöyle sormuştuk haliyle:

Neden? Ne yapmak istediniz de yapamadınız?. Elinizi tutan, yolunuza barikat döşeyen mi oldu?. Parlamenter sistemin hangi yönü bu denli rahatsız etti?

Gerçi Cumhurbaşkanı buna da gayet anlaşılır bir açıklama getirmişti vakit geçirmeden:

-Yargı, yasama ve yürütme arasında eskiden beri süren sıkıntıların temelinde, mevcut anayasanın güçlerin uyumunu değil, çatışmasını esas almaktadır. Yeni anayasada uyum ve denge olursa sıkıntılar ortadan kalkar!

İşte buydu! Sihirli sözcükler bu açıklamanın içinde saklanıyordu:

-Dikensiz gül bahçesi!

Cumhurbaşkanı, birbirlerine değil, kendisine uyumlu bir anayasa istiyordu! Hedef de gayet açıktı bu durumda:
-Her şeyin, her kurumun kendisine bağlı olduğu bir “Tek Adam” rejimi!

Önce referandum, ardından seçimlerde istediğini aldı… Aradan 8 yıl geçti. Ne hale geldiğimiz ortada;

-Zavallı, bitap bir ülke, yoksul yığınlar!

Şimdi de tüm üyelerini kendisinin seçtiği Anayasa mahkemesi ile Yargıtay arasında taraf tutma oyunu sergileniyor. “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlar tüm kişi ve kurumları bağlar” hükmünün yer aldığı anayasa adeta “yok” hükmünde!

İstenen belli: Yeni anayasa…

-İyi de arkadaş, siz daha yüzde 75’ini kendinizin değiştirdiği bu anayasaya bile uymuyorsunuz ki! Size, kim nasıl güvensin?