Yarın 30 Ağustos...

Yine büyük bir coşku ve kutlayacağız büyük zaferi. Bize bu güzel vatanı armağan eden başta Büyük Devrimci Atatürk olmak üzere tüm kahramanlarımızı minnetle anacağız. Cumhuriyet düşmanlarının kindar saldırılarını da göreceğiz her zamanki gibi...

Saldırı demişken, aslında birbirinden epey uzak gibi görünen, ancak konu Cumhuriyete, Mustafa Kemal’e, Kurtuluş Savaşı’na, Aydınlanma Devrimi’ne geldiğinde, içlerindeki zifti aynı kaba kusmaktan bir an bile geri durmayan iki kerameti kendinden menkul “tarihçi” muhteremden söz edeceğim sizlere bugün...

Biri Kadir Mısıroğlu... Onu kafasından hiç çıkarmadığı “fes” nedeniyle anımsarsınız çoğunlukla... Saray’ın vazgeçilmez konukları arasında ilk sıralarda yer alırdı... Bu zatın kitaplarına, fikirlerine “en büyük Türk büyüklerinin” pek itibar ettiği söylenirdi. Azılı bir Atatürk ve Cumhuriyet düşmanıydı; elinde “belge” diye salladığı kağıt parçalarıyla ipe sapa gelmez iddialar öne sürer, küfür eder, hakaretler yağdırırdı... Ancak ölümüne dek “ispat” adına ortaya koyduğu tek bir delil bile yoktu, olması da mümkün değildi zaten.

Diğeri ise Ayşe Hür... Ortalama tarih bilgisi, ortaokul kitaplarındaki “sade suya tirit” bilgilerin bile epey gerisinde olan bu “liberal tarihçi” kartvizitli muhterem yakın tarihe öylesine düşmandır ki, hani elinde olsa tarihi oturup yeniden yazmaya pek heveslidir! Ancak pek tiksindiği “Resmi Tarih” ile ilgili, onu yerle yeksan edecek bir belge, bir kaynak sorsanız alacağınız yanıt “???!!!” olacaktır...

Ben bu deneyimi, bu hanımefendiyle televizyon ekranında yaşamış hem çok gülmüş hem de içim burkulmuştu:

- Kendi fantezilerini karşısındakilere “Özel Tarih” adı altında yutturma çabalarını pek traji-komik bulmuştum!

Bir gericinin pek gülünç hezeyanları!..

Kadir Mısıroğlu kendisine “üstad” denilmesine bayılırmış, o halde onunla başlayalım...

Yıllar önce 30 Ağustos ile ilgili olarak ve tabii daha çok kendi taraftarlarına olmak üzere şöyle bir mesaj paylaşmıştı:

- Yunan’ı biz 500 sene bir vali ile idare ettik. Yunan’ı yendik diye bayram yapmak, bir pehlivanın bir çocuğu yendiği için mükafatlandırılması gibi abesle iştigaldir.

Mesajdaki seviye yoksunluğu, tarih cehaleti, benzetmedeki sığlık için affınıza sığınıyorum; tamamıyla kendisine aittir! Ne diyordu “üstad”, “500 yıl Vali ile idare ettiğimiz Yunan...” Çok doğru söylüyordu; ancak sonrasını söylemiyordu 1821’de Mora Yarımadası’nda başlayan Yunan İsyanı’nın çok kanlı geçen bir 8 yıl sonrasında Osmanlı-Rus Savaşı’nın kaybedilmesiyle sonuçlandığını, Yunan bağımsızlığının “Edirne Antlaşması” ile yani zorla kabul edildiğini, 1832 yılında ise İstanbul Antlaşması ile Yunanistan’ın sınırlarının ve statüsünün garanti altına alındığını anlatmıyordu!

Bitmedi; Yunanistan’ın bu tarihten itibaren bir yüz yıl boyunca topraklarını genişlettiğini, Girit’i, tabii ki Düvel-i Muazzama marifetiyle söke söke aldığını, o pek sevdiği Abdülhamid zamanında Teselya’yı ilhak ettiğini filan da es geçiyordu!

Gelelim Kurtuluş Savaşı yıllarına... Evet Mustafa Kemal ordusu görünürde yalnızca Yunan ordusuyla savaştı... Tüm silahı, cephanesi, her tür lojistik desteği İngiltere tarafından karşılanan, kendisinden her şekilde güçlü bir orduyla! Bitmedi; başta İstanbul ve İzmir olmak üzere yurdun büyük bölümü işgal altında iken... İstanbul ve İzmir’de galip devletlerin savaş gemileri toplarını padişahın sarayına, sivil halkın üzerine çevirmişken!

Mısıroğlu denen “üstad” bilmez miydi Türk ordusunun 1. Dünya Savaşı bitimiyle darmadağın edildiğini, Kuvayı Milliye’nin elinde ancak Erzurum ve Konya’da iki kolordu bulunduğunu, savaşın önemli bir bölümünün “çete muharebeleriyle” yürütüldüğünü, bu asil milletin elindeki son çocuklarını bağımsızlık ve özgürlük için Mustafa Kemal’e gönderdiğini, “Tekalif-i Milliye” kanunu ile elinde ne var ne yoksa neredeyse yarısını gönülden bağışladığını? Bilirdi tabii, çok iyi bilirdi ama kafa, Kuvayı Millicilerin idam fetvasını veren Mustafa Sabriler, İslam Teali Cemiyeti’nin iki numarası İskilipli Atıf Hocalar, Vahdettinler, Damat Feritler, Ali Kemaller gibi çalışıyorsa yalana, dolana, çirkefe bulaşmaktan kaçınmazdı...

- Böylelerine bir sıfat da gerekmezdi, sıfata yazık olurdu!

Bir “özel-liberal tarihçinin” gülünç hezeyanları!..

Gelelim “liberal” ve “özel tarihçi” Ayşe Hür’e... Bu muhterem de 30 Ağustos’u şöyle eleştirmişti:

- Bu nasıl ezik bir toplumdur ki, 93 yıldır dost olduğu ülkelere 94 yıldır “biz sizi nasıl yendik amaaaa!” desin...

Bu “tarihçi” olduğunu iddia eden hanıma, dünya üzerindeki hemen tüm ülkelerin milli günleri olduğunu, ulusal kurtuluş bayramlarının, o kurtuluşu sağlayan zafer günlerinin olduğunu anlatsam anlar mıydı hiç sanmıyordum... Bunun bir zamanlar savaştığı ülkelerle dost olmasını engellemediğini en azından Almanya-Fransa-İngiltere örneklerini göstererek denesem utanır mıydı, onu da hiç mi hiç sanmıyordum... Ama en azından Yunanistan örneğinden hareketle bir ufak tarih dersi deneyebilirdim:

- Ayşe Hür, Yunan bağımsızlığının yıldönümü olan 25 Mart 1821’in Yunanistan’da ulusal tatil günü olduğunu, bu tarihin özellikle Meryem’e İsa’nın doğacağı vahyinin indiği gün olan “Müjde” ile aynı güne denk getirildiğini bilmez mi?

Eğer bilmiyorsa yapması gereken o nereden bulduğunu anlayamadığım “özel kaynaklarını” kaldırıp atmak...

O hiç sevmediği “resmi tarih” kaynaklarında bunların tümü anlatılır... Yok, biliyor da yalnızca Cumhuriyete düşmanlıktan bu şekilde “utanılması gereken” mesajlara sarılıyorsa hiç zahmet etmesin:

- Kimliği, yaptıkları zaten “nal gibi” ortada duruyor!..