Virgül diyerek bir ara vermek zorunda kalmıştık. Bu süreyi yıllık izinle birleştirip ben de kişisel bir mola verdim.

Dinlenip güç toplayarak geri döndüm.

Bu geçen sürede yaşadıklarımızın, bizlere yaşatılanların ağırlığının tortusu da iyice oturdu.

Ayrı bırakıldığımız bu süreden aklımda en çok kalan “denge”nin önemi oldu.

İpin üstünde yürüyen bir cambaz kadar hassas; en küçük sarsıntıda her şeyin devrilebileceğini hatırlatan bir denge...

Bir ekran sustuğunda bile toplumun terazisinin nasıl şaşabildiğini gösteren bir denge...

Kısılan tek bir sesin neleri değiştirebileceğini hatırlatan bir denge...

O 10 gün bize yalnızca bir ara vermeyi değil, geri döndüğümüzde neyin mücadelesini vereceğimizi de gösterdi.

Ve şunu anladık: Mesele yalnızca ekran değil.

Denge; hayatın her alanında bozulmuş durumda...

Adalette, eğitimde, sağlıkta, ekonomide...

★★★

Dün 2.5 yaşındaki oğlum marketin önünden geçerken kiraz görüp istedi.

Çocuk...

Hemen üzerine iliştirilmiş etikette yazan rakamı ne bilsin...

O filtresiz; yalnızca isteklerinin, arzularının peşinde.

O kıpkırmızı kirazların üzerindeki beyaz kağıdın ağırlığını anne-babalar biliyor sadece.

Zira kilosu 700 liraydı o kirazın.

Halbuki Türkiye, dünyanın en büyük kiraz üreticilerinden biri.

İzmir, Manisa, Konya, Bursa, Afyonkarahisar, Isparta, Amasya...

0900 Ziraat, Davraz, Napolyon, Early Burlat, Turfanda, Van...

Yetiştirilen alan bol, çeşit çok.

Kirazlarımızı tüm dünyaya ihraç ediyoruz.

Yani bir “Kiraz Ülkesi” Türkiye...

Ya da ülkesi(ydi).

Şimdi kendi çocuklarına kirazı çok gören bir ülke oldu.

Türkiye “kiraz alamayanların ülkesi”ne döndü.

Ve asıl acı olan şu ki; kirazın tezgahta lüks olduğu bu düzen yalnızca bir meyve meselesi değil.
Tarlada emeğinin karşılığını alamayan çiftçi...

Ürünü yetiştiren eller...

Arada zincirin en kalın halkası olan aracılar...

Ve sonunda bir avuç kirazı çocuklarının önüne koyarken bile tereddüt eden anne-babalar...

Tarlada bereketin, sofrada umudun kalmadığı bir tablo bu...
Türkiye kirazda ihracat şampiyonu belki...

Ama kendi çocuklarının tabaklarında o meyve eksik kalıyorsa, bu tek bir şampiyonluktur: Utancın şampiyonluğu.

Adalet dengesi, annelerin “ah”ı

Denge yalnızca sofrada değil, adalet terazisinde de bozulmuş durumda.

Hepimizin büyürken duyduğu bir söz vardır: Anne olunca anlarsın.

Çocuğunun önüne koyamadığın o kirazın ağırlığını mesela; anne olunca anlıyor insan.

Gözünden sakındığın, saçının teline zarar gelmesin diye büyüttüğün çocuğuna biri dokunduğunda...
Anne olunca anlıyorsun yapabileceklerinin sınırı olmadığını.

“Anne” olmak dünyanın en güzel ama en zor işi...

Bakırköy’de bir anne, 15 yaşındaki oğlu Mattia Ahmet Minguzzi bıçaklanarak öldürüldüğü için 2 gün boyunca meydanda oturma eylemi yaptı. Elinde oğlunun ayakkabıları, oyuncakları...

Altı aydır aynı soruyu soruyor:

İki dudağınızın arasında olan bir yasa değişikliği neden hala çıkmadı?

Altı aydır duruşmadan duruşmaya sürükleniyor, ölüm tehditleri alıyor ve korkmuyor.
“Benim canımdan can gitmiş. ‘Suça Sürüklenen Çocuk’ ne demek?” diye isyan ediyor.

Çocuklarını kaybeden başka anneler de onun yanında; meydanda...

Büyükçekmece’de cansız bedeni halıya sarılı halde bulunan Sedef Gürel’in annesi o halıyla oradaydı mesela...

Motokuryelik yaparken bıçaklanarak öldürülen Ata Emre Akman’ın annesi...

26 yaşında bıçaklanarak öldürülen Abdurrahman Balcı’nın annesi...

Birlikte döktüler gözyaşlarını.

Cezalar ağırlaşsın diye seslerini duyurmaya çalıştılar.

Ve bir başka anne... Cumartesi Anneleri’nin çınarı: Emine Ocak...

Tam da aynı gün hayata veda etti.

Oğlu Hasan’a ne olduğunu öğrenemeden, 30 yıl boyunca bir cevap alamadan...

Galatasaray Meydanı’nda elinde tek bir fotoğrafla direndi.

Adaletin gelmesini beklerken, o gitti.

Eğer bir ülkede anneler çocukları için adalet bekliyorsa, bütün dengeler bozulmuş demektir.

Bir annenin ahı dünyayı yakar derler.

Ama bu ülkede...

O ahın bile yıkamadığı duvarlar var.

Belki hemen değil...

Ama inanıyorum.

Er ya da geç, o teraziyi yeniden kuracak olan da yine o annelerin inadı olacak.