Önce 15 Temmuz ve FSM köprülerini özelleştirileceği haberleri düştü yabancı basına.

Yalanlanmadı.

Sonra Roma döneminden kalan Antalya Kalesi’nin burçlarının ve duvarlarının da olduğu tarihi alanın...

Demek ki satıştayız bu ara... Hem köprü, hem kale... Hem ülke, hem gelecek...

Bir ülkenin satılması ille de toprak parçasının el değiştirmesiyle olmaz.

Bazen köprüleri, yolları, limanları satarsınız; bazen kaleleri, ormanları, yaylaları...

Söylenmez ama asıl satılan şey, halkın geleceği, onuru, yaşama hakkıdır.

Anlaşılan o ki; “bütçe açığını” kapatmak için her yol mübah bugünlerde.

Kamu varlıkları birer birer vitrine çıkıyor.

Kasayı doldurmak için her şey masada.

Peki ya halk? Halk yine masanın altında.

Birilerinin kırıntı düşürmesini bekler halde...

Hep ikinci planda, hep yok sayılan...

Oysa bu ülkede milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşamaya mahkum.

Açlık sınırı, “insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmek için gereken tutar” diye tanımlanır.

Türk-İş’e göre 27 bin 111 TL, Birleşik Kamu-İş’e göre 28 bin 444 TL.

Milyonlara, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürebilmek, en temel gıda ve barınma hakkı bile çok görülüyor.

“Sabredin” deniyor, “idare edin” deniyor.

Halbuki devletin varlık nedeni neydi? Halkına bakmak yerine, köprüleri pazarlık masasına koymak mıydı?

Halkın geleceğini güvenceye almak yerine, geleceği ihale dosyalarının dipnotuna sıkıştırmak mıydı?

“Satılık ülke” demek ağır mı? Hem de çok.

Ama daha ağır olan, halkı yok saymak.

Daha ağır olan, onuru üç kuruşa satmak.

Köprüleri, kaleleri, yolları devretmek değil; halkı, halkın hakkını ve halkın yarınını yok pahasına harcamaktır ağır olan.

Bugün köprü. Yarın kale. Öbür gün orman, yayla, liman.

Ve eğer biz susarsak... Belki bir gün sıra nefesimize gelecek.

Belki bir sabah uyandığımızda gökyüzü bile “ihale”ye çıkacak.

Kamu düzeni, kimin düzeni?

Önce konser görüntülerine erişim engeli geldi. Sonra 6 genç kadın gözaltına alındı.

Hafta sonundan bu yana Manifest grubunun başına gelenleri konuşuyoruz.

Yurtdışına çıkış yasağı ile serbestler.

Haklarındaki suçlama: Teşhircilik. Gerekçe: Kamu düzeni.

Kamu düzeni”... Son dönemin sihirli iki kelimesi.

Geçen ay madenciler greve çıkmak istediğinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gece yarısı kararnamesiyle grev ertelendi.

Gerekçe “kamu düzeni ve milli güvenlik”ti.

Yani işçinin ekmek mücadelesi “tehdit” sayıldı.

Şimdi de 6 genç kadının 18 yaş altının giremediği, biletli konseri...

Onların sahnedeki dansı, kıyafeti kamu düzenine tehdit diye damgalandı.

Peki gerçekten kamu düzenini bozan nedir?

Kadınların kıyafeti mi, yoksa her gün işlenen kadın  cinayetleri mi?

Sahnede genç müzisyenlerin dansı mı, yoksa yaşından çok sabıka kaydı onlar başka gençlerin saçtığı şiddet ve ölüm mü?

Bir konser mi gençler için daha büyük tehdit, çalışmak zorunda bırakılan 15-17 yaşındaki çocukların artan ölümleri mi?

Bir şarkının sözleri mi, yoksa her gün yaşı düşen uyuşturucu kullanımı mı daha tehlikeli?

Hangisi kamu düzenini tehdit ediyor?

Hangisi gençler için daha büyük bir risk?

Bu ülkede yıllardır festivaller iptal ediliyor, konserler yasaklanıyor.

Müzik gece yarısından sonra susturuluyor. Bahaneler hep değişiyor. Kimi zaman koronavirüs deniliyor. Kimi zaman güvenlik, kimi zaman huzur.

Bugün de dans ve kıyafet.

Kamu düzeni, halkın güvenliği için vardır.

Bizde ise rahatsız olunan her sesi kısmak için kullanılıyor.

Madencilerin grevi “kamu düzenine tehdit”.

Bir konser “kamu düzenine tehdit”.

Bir dans “kamu düzenine tehdit”.

Ama kadın cinayetleri değil. Çocuk işçilerin ölümü değil. Zeytinliklerin kesilmesi, hayvanların sokak ortasında katledilmesi, açlık sınırının altında yaşam...

Nedense bunların hiçbiri “kamu düzenini” bozmuyor.

O halde soralım: Kamu  düzeni, kimin düzeni?

Ders verenler, sınıfta kalanlar...

İsrail pervasız saldırganlığını bambaşka bir boyuta taşıdı.

Katar’da ABD Başkanı Trump’ın Gazze için önerdiği barış anlaşmasını görüşen Hamas müzakere heyeti vuruldu.

Sadece Katar’ın egemenliği hiçe sayılmadı, ABD de tarihinde belki hiç olmadığı kadar küçük düşürüldü. Yine kınayan kınayana. Somut adım ise yine yok.

Ama bir ülke, tüm dünyaya ders vermeye devam ediyor.

Kasım 2023’te, İsrail’in orantısız saldırıları başladıktan kısa bir süre sonra, İspanya Başbakanı Pedro Sanchez Mısır’daki Refah Sınır Kapısı’na gitmişti.

Belçikalı mevkidaşıyla birlikte tam kapının önünde basın toplantısı düzenleyip İsrail’e “katliamcı” demiş, insani drama sessiz kalınmaması çağrısı yapmıştı.

O günden bu yana, dünyanın sessizliğine karşı ses oluyor İspanya.

Şimdi de 9 maddelik yeni bir yaptırım paketi devreye soktular.

İsrail’de insan hakları ihlallerine karışmış herhangi biri artık İspanya topraklarına adım atamayacak. İster siyasetçi olsun ister asker... İsrail ordusuna yakıt taşıyan gemiler İspanya limanlarına, savunma malzemesi taşıyan uçaklar hava sahasına giremeyecek. Silah ambargosu da kalıcı hale getirildi. Hatta İsrail katılırsa önümüzdeki yıl yapılacak Eurovision’da bile olmayacaklarını duyurdular.

Eş zamanlı olarak, İsrail’in 18 yıldır Gazze’ye uyguladığı deniz ablukasını kırmayı hedefleyen ve bugüne kadarki en büyük girişim olan Sumud Filosu’na da limanlarını açtı İspanya. Türkiye gibi ülkelerde Gazze’ye çok ama çok daha yakın onlarca liman dururken, 20 gemilik filo Barselona’dan yola çıktı.

Kimi ülkeler ticaretini sürdürürken, “tarafsızlık” perdesinin ardına gizlenirken; İspanya fiilen elini taşın altına koydu.

Sanchez son basın toplantısında “Daha fazlasını yapmanın ahlaki bir sorumluluk olduğunu” söyledi. Onun sözleri ile bitirelim. “Tarih Gazze’ye karşı duyarsız kalanları yargılayacaktır”.