13 Kasım 1918... İtilaf Devletleri donanmaları 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’na dayanarak Haydarpaşa önlerine demirledi. İstanbul’a girmişler, fiilen bir işgal gerçekleşmişti. Resmi işgal 16 Mart 1920’de olacaktı.

Türk Ordusu’nun İzmir’e girmesinden sonra Fahrettin Paşa komutasındaki 5. Süvari Kolordusu İtilaf Devletleri kontrolündeki tarafsız bölgeye doğru ilerlemeye başladı.

Bunun üzerine Müttefik kuvvetlerde bulunan Fransız ve İtalyan birlikleri derhal geri çekildi. Çanakkale’de bulunan İngiliz birlikleri General Harington’un emriyle savunma pozisyonuna geçti.

İngiltere, Ankara Hükûmeti ile anlaşma yolları arıyordu. Ankara Hükûmeti ise İstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimini istiyordu. İngiltere başbakanı Lloyd George’du ve Ankara hükümetinin bu isteklerini reddetti. Birliklerini savaş pozisyonu alması için alarma geçirdi. General Harington “Ateş açılmasın” dedi.

Türk birlikleri, Çanakkale Boğazı’na doğru ilerlemeye başladı. Winston Churchill Türklerle savaşılmasını istemiyordu. Onun başını çektiği bir grup bakan istifa etti. Damat Ferit Paşa 21 Eylül 1922’de ülkeden kaçtı.

Mudanya Mütarekesi gereği Trakya topraklarının teslimi yapılıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın isteği ile Refet Paşa Türkiye’yi temsilen seçilmişti. İstanbul komutanı olarak da Millî Müdafaa Umumi Katibi Selahattin Adil Paşa görevlendirildi.

Refet Paşa, 19 Ekim’de TBMM Muhafız Grubu’ndan 100 kişilik bir kuvvetle Gülnihal vapuru ile Mudanya’dan ayrılıp İstanbul’a geldi. Ardından “İstanbul Komutanı” sıfatıyla Selahattin Adil Paşa, 81. Alay ile İstanbul’da yerini aldı.

İki paşa da İstanbul’a gelmiş, ancak işgal sonlanmamıştı. 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği ise 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamladı ve şehri terk etti.

6 Ekim 1923’te ise Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve işgal resmen sonlandı.

İşgal 4 yıl 10 ay 23 gün sürmüştü. Bundan tam 102 yıl önce İstanbul işgalden kurtarıldı.

Ve 102 yıl sonra bugün canım İstanbul bu kez ‘şehri, kadim kültürü hiçe sayan’, ‘insan tehlikesi’yle karşı karşıya.

KÖTÜ, KÜSTAH VE CAHİL!

2009’da ‘Tehlike Altındaki Miras Listesi’ne alınması gündeme gelen İstanbul’a 1 yıl daha süre tanınmış, tarihçi Prof. İlber Ortaylı ile sanat tarihçisi Prof. Semavi Eyice’ye “İstanbul Kurtulur mu, nasıl?” diye sorulmuştu.

İlber Hoca, o şahane üslubuyla “İstanbul’da oturanın İstanbul’dan haberi yok. Gayri İstanbullular gelip şehrin altını üstüne getiriyorlar; olur mu böyle şey? Ne yapayım yani vatandaşsa? Laf mı! Vatandaş diye evime de girsin bari” demişti.

Arşivimde sakladığım ntvmsnbc’nin özel haberinde İlber Hoca, ‘nasıl kurtulur’ sorusuna şu cevabı vermişti:

“Bilmiyorum nasıl kurtulacağını. Hemşehri ve vatandaş lazım her şeyden evvel. Olacak iş değil. Böyle insanlarla bir yere gidemezsin. Kitle onlar; hemşehri falan değil. Kötü, küstah ve cahiller. Cav cav konuşup, o partiye de giriyorlar, bu partiye de; hiç mühim değil. Her şeyi yapıyorlar. Bunun sağı solu da yok. Biri de çıkıp bizim Saray’ın bahçesinden Darphane’yi alıyor. Darphane verilir mi ona buna? Hanginiz yazdınız? 3-4 senedir müze yönetiyorum. 4 senedir ‘Darphane!’ diye bağırıyorum. Benden önce de Nazan Ölçer bağırmış. Adamlar oturuyor orada daha hâlâ! Herkes kendine göre götürüyor malı, eline fırsat geçtikçe. Ne diye Yıldız Sarayı’nın içine bir sürü acayip kuruluşlar yerleşsinler? Kaç tane acayip vakıf, duvara badana bile yapmadan oturuyorlar.”

HALKI DÜZELTMEK ŞART

Prof. Semavi Eyice ise, “Süleymaniye bir devirde İstanbul’un kültür merkeziydi. Şairler, ulema, kültür bakımından kalburüstü olanlar Süleymaniye, Vefa etrafında oturuyorlar. Bugün Süleymaniye’de kimler oturuyor? Halkı düzeltmeden şehir düzelmez. Halkı düzeltmek şart. Kimlere danışılıyor, kimler fikir veriyor bilmiyorum. Pierre Loti Kahvesi’ne havadan hat açılmasına karşıyım. Çünkü oranın enteresanlığı, aşağıdan Eyüp’ten yukarıya çıkan bir yoldur. Pierre Loti yokuşunu göze alamayıp arabayla gitmek isteyenler zaten arkadan otomobil yoluyla kahvenin yanına kadar gidebilirler. Oraya bir de hat çekmenin bence bir manası yok. Ama yapıyorlar bunu. Ben Boğaz’ın altından tüp geçit yapılmasına da karşıydım. Ama nedense kıyamet sayıda kişi bana karşı çıktı” diyordu.

Bu söyleşi yapıldığında yıl 2009.

Semavi Hoca ta o zaman liyakatsizliğe dikkat çekiyor: “Eskiden hiç değilse Anıtlar Kurulu’na üye olanların belli bir akademik unvanları vardı. Duyuyorum, sadece İstanbul’da sekiz tane kurul varmış. Eskiden Edirne’den Kars’a kadar tek bir kurul bakardı. Bugün yalnız İstanbul’da sekiz kurul var. Bunların üyelerini de şuradan buradan topluyorlar. Şehri tanıyan insanlar ne dereceye kadar var? Karakuşi kararlarla şehrin pek çok özelliği gitti.”

Ne zorluklarla kurtulmuş İstanbul işgalden.

Dünyada bu kadar güzel bir şehir var mıdır, alternatiflerini gezmiş olan bana göre YOK!

Peki sahip çıkabiliyor muyuz?

Hayır!

İstanbullular şehirden kaçmaya başladı. Çünkü bu şehir artık burada doğan, burada büyüyenlerin şehri değil.

Estetik yoksunu, orta sınıfın yaşayamayacağı kadar pahalı, sokakları tekinsiz bir şehir oldu.

Benim gibi ‘İstanbul’dan başka hiçbir yerde yaşayamam’ diyenlere bakıyorum, artık söyledikleri tek bir şey var: “Emekli olduğum gün kaçacağım!”

Zaten bir emeklinin yaşaması da mümkün değil bu şehirde.

Bugün İstanbul’un kurtuluşunun 102. Yılı.

Ve bizim “İstanbul nasıl kurtulur” diye sorduğumuz günler...

Kıymayın bu şehre...

Bu sözüm sadece yöneticilere değil, İstanbul’da yaşayan
sakinlere de...

Sevin İstanbul’u, yok böyle bir şehir daha...

Boğazda bir vapura binin, yalıların önünden geçerken Erol Mütercimler’in kitabı ‘Boğaziçi’nin Gizli Tarihi’ni okuyun mesela.

Kavağa gidin, Anadolu, Rumeli fark etmez, ekmek arası midye tava yiyiverin.

Kanlıca yoğurdunu tadın, içine mutlaka pudra şekeri koyun.

Adalar’a gidin, bisiklete binin. Heybeliada’da Değirmenburnu’na gidin, elinize kahvenizi alıp, şehre bakın.

Karşıda yükselen binaların müteahhitlerine seslenin, “Bir daha izin vermeyeceğim” deyin.

Papatya Kahvesi’ne uğrayın, bir ada çayı için.

Ortaköy’e gidin, Bebek’e gidin, Aşiyan’a gidin.

Anadolu Hisarı’na, Beykoz’a, Kuzguncuk’a...

Mahalle aralarında gezin. Kalan son parke taşlarda yürüyün.

Emirgan Korusu’na gidin, Yıldız Parkı’na...

Bu şehrin hakkını verin. Attığınız her adımın hikayesini öğrenin. Tarihi yarımadada iki gün geçirin.

Sultanahmet Köfteci’sinde köfte piyaz yiyin.

Oradan Cankurtaran’a inin, Erol Taş kahvesi duruyor mudur acaba, bi tavla attırın.

Sarayları, sarnıçları gezin.

Gözlerinizi doların yeşilinden İstanbul Boğazı’nın mavisine çevirin.

Bir de Sezen’den ‘Ah İstanbul’u dinleyin.

Tarihiyle, kadim kültürüyle bu şehri öğrenin.

Bilirseniz, ihanet etmezsiniz.

Sevin İstanbul’u...

BABA-KIZ VE DEMANS

Florian Zeller’in kaleme aldığı, Molière Ödüllü bir oyun ‘Baba’... Demans hastalığı olan bir baba ve kızın dokunaklı öyküsünü anlatıyor. Zamanın akışı giderek çözülürken, hafızanın ince çizgileri silikleşti; tanıdık yüzler yabancılaştı; bildik olanın sınırları kayboluyor. Gerçek ile hayal, dün ile bugün, baba kız arasındaki bağın içinde eriyip birbirine karışıyor. “Baba”,  hatırlamanın ve unutmanın arasında salınan bu yolculuğa dair bir deneyim sunarak zamanın karşısında insan olmanın anlamını yeniden düşündürüyor. Haluk Bilginer, Özlem Zeynep Dinsel, Ezgi Coşkun, Faruk Barman, Mine Nur Şen, Ufuk Tevgi, Ceren Şık, Ezgi Metin, Arkan Mert Atakan ve Berkay Tüfekçi sahnede. Yönetmen koltuğunda ise Muharrem Özcan var. Oyun Atölyesi’nin iddialı oyununu kaçırmayın.