Güneşli ve güzel bir ekim günü.

Ağır adımlarla ve taze havayı içine çekerek Heidegger’in kulübesine yürüdü.

Yanında Heidegger’in torunu vardı; Arnulf Bey.

Solunda Kara Orman’ın görkemli ağaçları, sağında tatlı bir eğimle aşağıya doğru kıvrılan yemyeşil bir vadi, üstünde masmavi bir gökyüzü, karşısında sonsuzluğa kement atmış bir ufuk çizgisi.

İçinde çocuksu bir heyecan vardı.

Çünkü biliyordu ki Heidegger bu yolda yürümüştü.

Kulübe bulunduğu yamaca güzel oturmuş, eğreti durmuyor.

İki basamaklı merdiveni adımlayarak içeri giriyor. Solda yemek masası, hemen karşısında soba ve fırın. Sağda küçük bir yatak odası. O odanın içinden geçip, Heidegger’in çalışma odasına ulaşıyor.

Masanın tam arkasında bir yatak. Yan odada dört, fırının karşısında bir yatak var. Burada aynı anda toplam altı kişi kalabiliyor.

Heidegger, kulübeye uzun yıllar elektrik bağlatmamış. Televizyon da sokmamış. Fakat futbol meraklısı olduğu için Alman milli maçlarını takip edermiş. Milli maç olduğunda köydeki komşusunun evine gider ve maçı orada izlermiş.

Kulübenin ziyaretçisi, en çok Heidegger’in çalışma odasında vakit geçiriyor. Masasını, sandalyesini, raflarını, yatağını, pencereyi ve dışarıdaki manzarayı inceliyor. İçeriye giren ışığın masadan yansıyarak tüm odayı aydınlatmasını gözlemliyor. O da doğal ışıkta okumayı ve yazmayı seviyor.

Kulübenin önünde tıpkı Heidegger gibi fotoğraf çektiriyor. Otuzüçlük siyah abanoz tespihini çıkarıp Heidegger’in tam durduğu yerde poz veriyor, “Manasını idrak eden için Heidegger’in elindeki tırmık da tespih de zikre, tezekküre, tefekküre, düşünmeye, hatırlamaya anmaya vesile olur. Yeter ki insan etrafındaki ‘şey’lerle, araç gereçle, alet edevatla, Varlık’ın farklı tezahür halleriyle nasıl ilişki kuracağını bilsin” diyor.

Kulübede yeterince vakit geçirdikten sonra yönünü Kara Orman’a çeviriyor, iç taraflarına doğru yürüyüşe çıkıyor. Tabiatın saf ve bakir halinin nasıl muhteşem bir mucize olduğunu düşünüyor. Her an değişen ama hep kendi kalan, hiçbir rengi, dokusu, ışığı, gölgesi, dalı, yaprağı aynı olmayan, hem mikro hem makro düzeyde bakınca muhteşem bir derinliğe, düzene, hayatiyete ve enerjiye sahip tabiatın bu sade ve dingin güzelliği karşısında aynı anda aklının, zihninin, kalbinin, duygularının ve muhayyilesinin nefes almaya başladığını hissediyor. İç sesi şöyle diyor: “Varlığa komşu olmak için bakir tabiatın en elverişli yer olduğunu biliyorum ama bunu tabiat romantizmine ve doğa mistisizmine kapılmadan yapmanın imkânlarını daha fazla araştırmamız gerekir.”

Heidegger’in hayatına yolculuk edip, onu kimi zaman Nesimi, Yunus Emre, Âşık Veysel’in meclisine davet ediyor. Kimi zaman Molla Sadra ile yüzleştiriyor. Böylece Batı ve Doğu düşünceleri arasında felsefi bir temas alanı açılıyor ve farklı ufukların birbirini nasıl beslediğine tanık oluyor.

Bu Varlık ve idrak yolculuğunu yapan kişi kim mi?

Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı İbrahim Kalın.

İnsan Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı ‘Heidegger’in Kulübesine Yolculuk’un sonunda bir de ‘Kulübe Yapmak İçin Gerekli Malzemeler Listesi’ veriyor. Bu pazarın okuma önerisi de bu kitap olsun.

İMMÜN YAKLAŞIM KANSERE ÇARE OLACAK MI?

2025 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü ‘Çevresel Bağışıklık Sistemi’nin keşfine verildi. Çığır açıcı keşifleri dolasıyısla Mary E. Brunkow, Frederick J.  Ramsdell ve Shimon Sakaguchi ödülün sahibi oldu. Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Berrin Pehlivan, kanseri bile immüniyete göre sınıflandırdığımız bir dönemde ödülün bağışıklık sistemi araştırmalarına gitmesinin şaşırtıcı olmadığını söylüyor. Nedenini soruyorum, işte cevabı:

“Önceden kanser tanısı alan bir bireyle karşılaştığımızda hemen ne kanseri olduğunu sorardık. Ancak günümüzde bunun hiçbir önemi kalmadı. Artık biz kanserleri sıcak ve soğuk olarak ikiye ayırıyoruz. Kanser artık immünolojik (bağışıklık sistemi ile ilgili) bir hastalık olarak değerlendiriliyor ve taşıdığı immün sistem hücrelerinin yoğunluğuna göre sadece ‘sıcak’ veya ‘soğuk’ tümör olarak ikiye ayrılıyor. Günümüzdeki araştırmaların temelini; soğuk bir tümörün nasıl sıcağa çevrilebileceği, sıcak tümörün ise en etkin tedavisinin arayışı oluşturuyor.”

Prof. Pehlivan geçen ay Paris’teki radyoterapi, immünoterapi kombinasyonlarını elen alan ‘Immunorad Konferansı’na katıldı. İzlenimlerini şöyle aktarıyor:  “Konferansın ana teması Radyoterapinin immunojenik etkisi ve radyoterapi ile immünoterapinin birlikte kullanılması, bu kombinasyonların güvenliği ve etkinliğinin araştırılması, klinik ve ön klinik çalışmaları paylaşmaktı. Ayrıca oturumlar ve bildiriler ışığında, radyoterapi ile immünoterapi kombinasyonlarının tümör tiplerinde daha iyi sonuç verebilmesi için stratejiler ve daha etkin tedaviler için doz, zamanlama, toksisite değerlendirmeleri gibi konular tartışıldı. Prof. Dr. Pehlivan, “Meslek hayatımın en önemli ve en etkileyici kongresi diyebilirim. Çünkü son 25 yılda, radyoterapideki gelişmeler bilgisayar teknolojisine paralel oldu, tüm çabamız ışın demetlerini hedef dokuya odaklayıp çevresindeki normal dokuyu en iyi şekilde koruyacak tedaviler yapmaya başladık. Bu şekilde daha yüksek dozlar verebildiğimiz için tümörü kontrol edebilme oranlarımız artarken, normal dokuları da en iyi şekilde koruduğumuz için hayat kalitesine saygılı radyoterapiler yapabiliyoruz. Fiziksel doz dağılımına odaklanmamızın yerini son yıllarda radyoterapinin radyobiyolojik ve immünojenik etkisine bıraktı ve pek çok yeni kavram gelişti; metabolik radyoterapi, badskopal, radskopal etki ve düşük doz radyoterapi, lettüs radyoterapi ve parsiyel ışınlamalar gibi uygulamalarla radyoterapiyi uygulama şeklimiz değişmeye başladı. Ve yine çok tartışılan immunoterapi ve immun yaklaşım cerrahi ile radyoterapinin de pratiğini değiştirecek gibi görünüyor” diyor.

Berrin Pehlivan

Biraz daha açmasını istiyorum. Örneği lenf düğümleri ve dalak immun sistemin en önemli öğeleri ve onları korumaktan veriyor, bunun doktorların boynunun borcu olduğunu belirtiyor: “Kombine tedaviler gereken tümörlerde bu tedavi modalitelerinin uygulanma sırası da değişecek gibi görünüyor. Immunoterapiler son yıllarda onkolojinin starları ancak sadece yüzde 10-15 lik hasta grubunda ve süreli olarak işe yarıyor. Bu nedenle, radyoterapi, kanser tedavisinde, immünoterapiyi tamamlamanın bir yolu olarak umut vadediyor. Kanser tedavilerinde değişen bu paradigma, her zamankinden daha çok multidisipliner çalışmayı ve sağlık sistemimizin yeni çağa adaptasyonunu gerektiriyor.”

Peki bu yeniliklere göre neler değişmeli? Prof. Berrin Pehlivan madde madde anlatıyor:

Hastaların tümörün yerine göre değil de, mutasyonuna ve immunojenik durumuna göre sınıflandığı çalışmalar yapılmalı.

Veri toplama ve inceleme amacıyla ek teknolojiler ve süreçler geliştirilmeli.

Elektronik hasta kayıtları, hasta uygulamaları veri tabanlarının oluşturulması için kullanılmalı.

Genetik ve immunojenik testler ile immmuniteyi artıracak destekler kanser tedavi protokollerinin bir parçası olmalı.

Hekimler, ‘hastalara özel’ tedavileri belirlemek için gerekli genetik profillemeyi, standart tedavilere cevap vermeme durumunda değil, tanı anından itibaren yapabilmeli.

Tedaviye cevabı da hastalığın gidişatını da belirleyen immünite olduğu için bağışıklığı etkileyen ruh hali, bağırsak florası, diyeti gibi birçok ayrıntı baştan düşünülmeli, planlanmalı ve özel sağlık sigortaları ve Sosyal Güvenlik Kurumu ödeme kapsamına almalı.

Meslektaşlarıma düşen, özellikle immünoterapiler söz konusu olduğunda mutlaka ‘Radyasyon Onkolojisi’nden görüş almaları, zaten sınırlı bir hasta grubunda bir süreliğine çalışan tedaviler kullanırken radyoterapinin immunojenik etkisinden mutlaka faydalanmayı es geçmemeleri.

Biz Radyasyon Onkologlarının da standart protokollere takılıp kalmak yerine en uygun doz ve uygulama şekli üzerine kafa yormamız gerekiyor.

Genetik testlerin baştan tedavi sürecine girmesiyle, mutasyonlara göre verilecek akıllı ilaçlar veya immünoterapiler, kısa vadede sağlık sigortalarının yükünü artırıyor gibi gözükse de; hastanın ağır kemoterapi protokollerine maruz kalmayacak olması, işinden ve yaşamından soyutlanmaması, yan etkileri gidermek için daha az ilaç kullanacak olması bu mali yükü dengeleyecektir. Kanser tedavilerinin pahalıya mal olmasının sebebi, çoğu zaman kemoterapi ilaçlarının kendisi değil, yan etkiler için kullanılan ilaçlar ve destek tedavileridir. Buna, artan hayat kalitesi ve hasta yatış süresinin kısalması eklenirse, tüm tedavi süreci herkes için hafifleyebilir.

Kanser tanısı aldığımızda, meseleye multidisipliner ve bütüncül onkolojik yaklaşımla bakan bir ekiple yürümek gerekiyor. Artık kanser tedavileri sadece kemoterapiden, cerrahiden veya radyoterapiden ibaret değil. Standart tedavi protokolleri yerine kişiye özel tedavi protokolleri oluşturulmalı ve hastanın immunitesi ve desteklemek için yapılacaklar artık her şeyden önemli olmalı.

★★★

Kanser çağın belası. Nobel Ödülü’nün de bu alana gitmesi bize bir şey söylüyor. Prof. Dr. Pehlivan, bu konuda çalışan ve yenilikleri yakından takip eden bir doktor. Artık yeni bir yol izlenmesinin gerekliliğini anlatıyor. Umarım etrafımızda gencecik insanları dahi ağına düşüren bu illetten kurtuluruz.