Güzellik, her ne kadar kişisel bir kavram gibi görülse de çoğu zaman bizim seçtiğimiz değil, bize dayatılan bir algıdır. Doğduğumuz andan itibaren neyin güzel olduğuna başkaları karar verir, biz de bu genellemeleri kabulleniriz.

Genelde insan zihni, evrimsel olarak sağlıklı, üreme potansiyeli yüksek ve simetrik formları güzel bulur. Çünkü beyin, bunları genetik üstünlüğün göstergesi olarak algılar. Örneğin, insan yüzü altın orana ne kadar yakınsa, beyin o kişiyi genetik olarak sağlam, hastalıklardan uzak, üreme açısından avantajlı olarak görür.

Güzellik algısı biyolojik dürtülerle başlasa da kültürel kodlarla şekillenir, sistemin çıkarlarıyla pazarlanır. Bir toplumda güzellik başka, diğerinde farklıdır çünkü güzellik sadece biyolojik güç göstergesi değil, aynı zamanda statü göstergesidir. Toplumlar hangi özelliği üst sınıfa ait kılmak istiyorsa, güzellik algısını ona göre biçimlendirir.

★★★

Bir toplumda güç kimdeyse, güzel de ona göre belirlenir. Böylelikle sanat, medya, din, mitolojiler hep iktidardakinin istediği estetik şemayı idealize eder.

Örneğin, geçmişte kilolu kadınlar güzel algılanıyordu çünkü o dönem iyi beslenme zenginlik ve statü göstergesiydi. Günümüzde ise zayıf ve fit vücutlar ideal olarak sunulmakta çünkü modern toplumda kilo, disiplinsizlik ve tembellik algısıyla bağdaştırılıyor. Zayıflık, üst sınıfa ait olma göstergesi olarak pazarlanıyor.

Bugün sosyal medya algoritmaları hangi beden formunu, yüz tipini, tarzı öne çıkarıyorsa, ortak güzellik algısı da ona göre şekilleniyor. Çünkü ne çok görünüyorsa, o güzelmiş gibi algılanıyor.

Bu yüzden sistem sürekli “güzelliğini koru, hep güzel kal” baskısı yaparak insanları yönlendiriyor.

Bir gün ince kaş, ertesi gün kalın kaş; bir yıl beyaz ten, ertesi yıl bronz ten moda oluyor. Amaç, kişinin güzellik algısını sürekli sabote etmek. Zira kendinden memnun bir insan, tüketim çarkını döndürmez. Bu yüzden sistem, güzelliği erişilmesi gereken bir hedef gibi sunup, o hedefe asla ulaşmana izin vermiyor. Çünkü ulaşılmış bir hedef, tüketim için bitmiş bir pazar demektir.

Sistem, seni hep “bir adım eksik” hissettirirse, sen de sürekli bir ürün daha, bir estetik işlem daha, bir yeni trend daha peşine düşersin. Eğer gerçekten tamamlandığını hissetsen, o makyaj malzemesini de almazsın, o yeni çıkan bakım kürünü de yaptırmazsın. Estetik endüstrisi bunun üzerine inşa edilmiştir.

Güzellik algısı bu yüzden sürekli güncellenir, değiştirilir, hatta bilinçli olarak ulaşılmaz kılınır. Çünkü tatminsiz insan tüketir.

Bu sistemle savaşmanın tek yolu, kusurlarını sevmek değil, kusur diye bir şeyin olmadığını, bunun sadece kişilere dayatılan bir kavram olduğunu fark etmekten geçiyor. Güzellik aslında belirli kalıpları reddedip kendini başkalarının gözünden değil, kendi gözünden görüp sevmektir.

Toplumun Susturulamayan Çığlığı

Türkiye’de şiddet artık haber değil, günlük rutinin bir parçası hâline geldi. İnsanlar sabah güne, kaç kişinin öldürüldüğünü, kimlerin sokak ortasında linç edildiğini öğrenerek başlıyor. Ekonomik kriz, yoksulluk, adaletsizlik ve cezasızlık, toplumu psikolojik olarak yorgun, tükenmiş ve öfkeli bir hâle getirdi. İnsanlar hayatları üzerinde söz hakkı bulamadıkça, öfkelerini en savunmasız olanlara yöneltiyor.

Mattia Ahmet Minguzzi’nin sokak ortasında hunharca öldürülmesi, Ayşe Tokyaz’ın defalarca tehdit edilmesine rağmen korunmaması ve sonunda öldürülmesi, 14 yaşındaki sporcu M.K.’nin magandalarca dövülmesi... Bunlar münferit olaylar değil, sistematik bir toplumsal çöküşün yansımalarıdır.

Adalet sistemine duyulan güven yok denecek kadar azaldı. Faillerin cezalandırılmaması, aksine teşvik edilmeleri, halkın “kendi adaletini sağlama” duygusunu körüklüyor. Erkeklik ve onur kavramları, kadınlara ve güçsüzlere uygulanan şiddeti meşrulaştırıyor.

Türkiye’de şiddet, yalnızca bireysel bir suç değil; ekonomik eşitsizlikten, adaletin işleyişine kadar uzanan köklü sorunların dışavurumudur. Şiddeti yok etmek hayal, ama azaltmak mümkün. Adalet sistemi hızlı, şeffaf ve tarafsız olmalı. En önemlisi, ekonomik eşitsizliği çözmeden, işsizliği, yoksulluğu azaltmadan bu öfke dinmez. Türkiye’deki şiddet, sadece bir suç istatistiği değil; toplumun ruh halinin ve sisteminin bir yansıması. Öfkemizi, çaresizliğimizi, adaletsizliğimizi yansıtıyor.