Türk Ceza Kanunu açık: Duruşma salonunda izinsiz görüntü alınamaz.

Yargılama ciddiyetini, tarafların haklarını korumak için konmuş bir kural olduğu aşikar.

Ama hukuk, sadece yasak koymakla değil; neye nasıl tepki verileceğiyle de işler.

İBB’nin seçilmiş Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek ve ailesini hedef gösterdiği iddiasıyla yargılandığı dava sırasında çekilen ve sosyal medyada yayılan kısa bir görüntüyle ilgili soruşturma başlatıldı.

Yasal çerçeve açısından bu görüntünün paylaşımı tartışmasız bir ihlal olabilir.

Ama mesele artık görüntünün kendisinden çok, taşıdığı sembolik ağırlık.

Bir siyasetçinin el sallaması, bir tebessüm, binlerce insan tarafından paylaşılmışsa,

soru şudur: Bu sadece bir görüntü müdür, yoksa bir mesaj mı?

Ve dikkat çeken şu ki, bu sorunun cevabı hukuki değil, daha çok siyasi reflekslerle veriliyor.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek’in ifadesi bu açıdan çarpıcı:

“İmamoğlu nefes aldığı için galiba önümüzdeki günlerde bir soruşturma da başlatılabilir.”

Evet, bu bir ironi.

Ama bu ironinin doğabilmesi bile başlı başına bir uyarı:

Görüntünün değil, görünürlüğün rahatsız ettiği bir dönemden geçiyoruz.

Duruşma salonundan görüntü alınması, evet, yasaktır.
Ama şu da bir gerçek: O görüntü, sadece bir el sallama değil, bir siyasi varoluşun sembolüdür.
Ve yasak ile sansür arasındaki o ince çizgi, hukuk değil niyet tarafından belirlenmemeli.

Çünkü bazen bir kareye fazla anlam yüklenir.

Ve bazen, bir duruşmanın sesi kısılsa da görüntüsü yankı olur.

Tane tane yoksulluk

Yeni Türkiye’de kirazın tanesi 10 lira.

Limonun tanesi 27 lira.

Alışveriş poşetlerini geçtik, avuç içini doldurmak bile yürek istiyor artık çarşı pazara çıkıldığında.

Tam da böyle bir atmosferde Cumhurbaşkanı Erdoğan dün bir kez daha grup kürsüsünden 86 milyona seslendi.

“Her alanda olduğu gibi asgari ücretin alım gücünde de 2002’ye kıyasla ciddi bir iyileşme söz konusu” dedi.

Sonra cümlesini yumuşattı:

“Ama bu her şey gülük gülistanlık demek elbette değil. Hayat pahalılığı kaynaklı her türlü sıkıntının farkındayız. Buna çözüm bulmak için başarılı bir ekonomik program uyguluyoruz.”

Ekonomik program uzun süredir yürürlükte.

Ancak ne yazık ki o makro politikalarla mikro sofralar kesişmiyor.

Alım gücü sadece istatistiklerle değil, yaşanan hayatla ölçülür.
Bugün vatandaş, kuruşları sayarak alışveriş yapıyor.
Köfte almanın karne hediyesi olduğu bir ülke burası artık.

Pazar dönüşü evde sorulan soru “Ne aldın?” değil, “Kaça aldın?”.

Boş filenin ağırlığı altında ezilen bir ülkede, refah iddiası tam olarak nereye denk geliyor?

Devlet kimin?

İsrail’in İran’a yönelik saldırıları, yalnızca askeri bir zafer değil; bir istihbarat şovuydu.
Birbirinden kilometrelerce uzakta, ama aynı saatlerde, aynı hedefler vuruldu.

Nokta atışı... İçeriden bilgiyle...

Laboratuvarlara, komuta merkezlerine, generallerin yatak odalarına kadar girildi.

İran’ın ilk günden bu yana içeride “ajan avına” çıkması boşuna değil...

Çünkü bu, yalnızca dış istihbaratın değil, içerideki çözülmenin de göstergesiydi.

Soru şu: Bir devletin içi nasıl bu kadar kolay boşalır?

Bir insan nasıl olur da kendi devletini düşmanına satacak hale gelir?

Cevap acı ama açık:

Çünkü o devlet, artık o insanın devleti değildir.

Sadakat zorla ayakta kalmaz.

Korkuyla değil, güvenle beslenir.

İran’da devletin halkıyla kurduğu bağ zayıfladı.

Ve çürüyen bu bağlardan bilgi de sızdı, sırlar da...

İran’da bugün hedef alınan yalnızca bir bina değil; bir yapının, bir toplumun, bir bütünlüğün direnci. Bir milletin varoluşu...

Bu coğrafya, içeriden çökertilen kaç devleti daha kaldırır bilinmez.

Ama bildiğimiz bir şey var:

Devlet, bir kişinin değil; herkesin olabildiği sürece devlettir.