İdam sehpasına çıkmalarının üzerinden 52 yıl geçti...
Aslına bakarsanız, onların bir idam sehpasında hayattan koparılacakları çok önceden biliniyordu; ancak rakam olarak biliniyor, isimleri bilinmiyordu! 11 yıllık süreçte Türkiye’deki devrimci hareketin yükseliş süreci, önder durumuna gelenlerin kimlikleri, kişilikleri, halk üzerinde bıraktıkları etki ve yaşamaları halinde ileride ne kadar “tehlikeli” olabilecekleri gibi unsurlar analiz edilecek, kimlerin vurularak, kimlerin asılarak, kimlerin işkenceyle yok edilecekleri karara bağlanacaktı...
–Bir de intikam meselesi vardı tabii!
27 Mayıs’tan sonra cunta içindeki şahinlerin baskısı sonucu darağacına gönderilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’a karşılık 11 yıl sonra yine bir darbe döneminde 3 delikanlıyı kurban etmek, iyi mesaj olacaktı doğrusu!
Gerçekten de asker gölgesindeki TBMM’de yapılan “idam oylamasında” Adalet Partisi milletvekillerinin şu çığlıkları meselenin iki özünden birini ele veriyordu:
–Üç bizden, üç onlardan!
Meselenin diğer özü ise ABD’nin Türkiye üzerindeki emelleri, etkisi ve buna karşı çıkanların bir şekilde “elimine edilmesi” meselesiydi. Amerikan Büyükelçisi Kommer’in makam aracının ODTÜ’de yakılması sırasında o aracın başında bulunan gençlerin neredeyse hepsinin bir şekilde öldürülmesi bu stratejinin bir parçasıydı mesela!
Soğuk savaşın zirve yaptığı yıllarda, NATO’nun en doğu ucunda, Sovyetler Birliği ile komşu olan Türkiye’de, ABD’nin “tam bağımsızlık” şiarıyla halkı etkileyen, karizmatik, dürüst, devrimci gençlere tahammül edemeyeceği aşikardı; çok değil, 8 yıl sonra gelecek 12 Eylül karşı devrimi için, Türkiye’nin “çelik zincirlerle” Batı’ya bağlanması için bu önderlerin ortadan kaldırılması şarttı...
–İntikam diye haykıranlarla emperyalizm aynı safta buluşmuşlardı!
“Uslu dursalar asılmazlardı”
Önderlik yeteneğine sahip, özgürlük ve bağımsızlık aşığı geçlerin büyük bir çoğunluğu işte bu nedenlerle ortadan kaldırıldı...
Kimileri dağ başlarında, kimileri üniversite önlerinde, kimisi ihbar üzerine kaldığı evde baskına uğrayıp, kurşunlanarak elimine edildi... Mahir Çayan ve arkadaşları, Denizleri kurtarmak için kaçırdıkları ikisi İngiliz birisi Kanadalı mühendislerle birlikte saklandıkları Kızıldere’deki bir evde kıstırtıldılar. 10 genç ve rehinelerin tümü öldürüldü. Yalnızca bir kişi, Ertuğrul Kürkçü kurtuldu; o da çok uzun seneler hapis yatacaktı...
Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in durumu ise daha farklı, daha özeldi; onlar “3’e karşı 3” olarak seçilmişti! Normal şartlarda birkaç sene hapisle bitecek mahkeme, üç gencin idam kararıyla kapandı. Mahkeme daha çok idam vermişti ancak sayı üçe indirilmişti! O mahkemenin idam isteyen savcısı Baki Tuğ ve kalemini kıran hakim Ali Erverdi, Adalet Partisi ve 12 Eylül sonrası devam partisi olarak kurulan Doğruyol Partisi’nden milletvekili seçileceklerdi! Baki Tuğ, yıllar sonra “Niçin idam verdiniz?” sorusuna şu yanıtı vermişti:
–Mahkeme sırasında biraz uslu olsalardı idam verilmeyecekti!
Yaa, üç gencecik fidan “yaramaz oldukları” için, uslu duramadıkları için asılmışlardı anlayacağınız!
–O “yaramaz” çocuklar, idam sehpasında “Yaşasın tam Bağımsız Türkiye” diye haykırarak, tabureyi kendileri tekmeleyerek sonsuzluğa karıştılar!
“Mare Nostrum”
Sonrası, Türkiye açısından çok hazindir...
O gençlerin elinde bayraklaşan “tam bağımsızlık” şiarı giderek unutuldu, sol örgütler halktan koptu, amip gibi bölünerek etkisizleşti... Son büyük ve ezici darbe ise 12 Eylül karşı devrimi ile geldi... Ülke yıllar içinde her açıdan bağımlı hale geldi...
Onlar ise hiç unutulmadılar; hala 24, 25 yaşında gencecik fidanlar... Büyük şair Can Yücel, “Mare Nostrum” başlığıyla Deniz’e dair yazdığı şiirde şöyle sesleniyordu:
En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Not: Mare Nostrum Latince’de “Bizim Deniz” demektir.