Yeri geldiğinde mizah, sadece bir gülümseme değil, bir hayatta kalma stratejisidir. Türkiye tam da böyle bir dönemden geçiyor. Gözaltılar, tutuklamalar, sansür, baskı... Siyaset cephesi ve siyasetin dili gitgide gerilirken, sokakta tek bir kahkaha bazen en büyük direnişe dönüşüyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencileri bir “Direniş Balosu” düzenledi. Haberlerde (maalesef) çok sık kullandığımız bir ifade var ya... “Orantısız güç kullanıldı” diye. İşte tam da bunun karşısına “orantısız mizah”ı diktiler.

★★★

Mimar Sinan’da her yıl düzenlenen “Geleneksel Akademi Kıyafet Balosu” bu sene “tasarruf tedbirleri” gerekçe gösterilerek rektör tarafından iptal edildi. Gençler kabul etmedi. Kendi alternatiflerini yarattı. Saraçhane eylemlerinde öne çıkan figürler ve kıyafetlerden oluşan bir “Direniş Balosu”nda buluştular. Baloya “Bozdoğan Kemeri” gibi giyinip gelen de vardı, Pikaçu olarak da... Mahmut Tanal maskesi takan da vardı, TOMA kostümü giyen de...

★★★

Bu ülkede genç olmak hep der daim zordu. Ama bu kadar yaratıcı, bu kadar cesur, bu kadar ironik olmak... İşte o, yeni kuşakların alametifarikası. Yasaklar sertleştikçe, mizah da keskinleşiyor. Üniversiteliler yalnızca kayyumlara, sansüre ya da geleceksizliğe değil; aynı zamanda suskunluğa da direniyor. Bildirilerle değil, balolarla... Pankartlarla, piyeslerle, dövizlerle... Her seferinde daha yaratıcı, daha kolektif, daha dönüştürücü yöntemlerle seslerini duyuruyorlar. Üniversitelerle sınırlı da değil bu dalga. Artık ülkenin dört bir yanındaki liselerde de yankılanıyor bu itiraz sesi. Kadıköy Anadolu’dan Beşiktaş Atatürk’e, Adana Fen’den Maçka Meslek Lisesi’ne... Öğrenciler öğretmenlerine sahip çıkıyor, eğitimdeki keyfi uygulamalara karşı ses yükseltiyor. Öğrenciler, yalnızca öğretmenlerine değil; adil ve nitelikli bir eğitime, liyakate, ifade özgürlüğüne de sahip çıkıyorlar. Kimi okul bahçelerinde oturuyor, kimi slogan atıyor, kimi “andımız”ı okuyor. Sadece bir kadroyu değil, bir değer sistemini savunuyorlar.

★★★

Gençler bize sadece neyle mücadele ettiklerini değil, nasıl mücadele edilebileceğini de gösteriyor. Mizah bir eğlence aracı değil, bir direniş biçimi artık. Karşılarındaki “mutlak gücü” ciddiyetsizliğe mahkum ediyorlar. Otoriteyi en büyük korkusuyla yüzleştiriyorlar: Ciddiyetle değil, dalga geçilerek kaybetmek...Türkiye’de yükselen gençlik hareketleri de bu kodlarla konuşuyor. Meşruiyetin parodisini yapıyorlar. Ve en çok da bu yüzden cezalandırılmak isteniyorlar. TOMA önünde “Gangnam Style” dansı yapan genç gözaltına alınıyor, Pikaçu ajan muamelesi görüyor... Ama gençlerin yaratıcılığı boyun eğmeyi reddediyor. Gençliğin bu yeni dili, yalnızca dikkat çekici değil; dönüştürücü de. Çünkü bu dil, kutuplaşmadan uzak, esprili ama kararlı, siyasi ama partizan olmayan bir direnişi mümkün kılıyor. Susturulmaya çalışılan bir kuşağın, kendi sesini bulduğu anlara tanıklık ediyoruz.

Kardeşlik mi? Hançer mi?

Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan... Türkiye’nin “kadim bağlarla” bağlı olduğunu söylediği ülkeler. Yıllardır ekranlarda haritalar açılıyor, “Türk Dünyası Yüzyılı” ilan ediliyor, “tek millet, çok devlet” söylemiyle zirveler düzenleniyor. Gönül bağı kuruluyor. Duygular yoğun, beklentiler büyük(tü). Kullandığım “di’li geçmiş zaman” bilinçli bir tercih. Çünkü yaşanan son gelişmeler, bu kardeşlik tahayyülünü ciddi biçimde sorgulattı.

★★★

Diplomasi tarihine not düşelim: Söz konusu 4 ülke, Avrupa Birliği ile imzalanan Ortak Bildiri’ye taraf oldu. Ve o bildiride Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, yani Türkiye’nin tanımadığı bir yapı, “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanındı. Dahası, KKTC’nin “işgal altında” olduğu izlenimi veren bir metnin altına imza atıldı. Bu sadece diplomatik bir gaf değil. Bu, Türkiye’nin dış politikasında yerle bir olan bir güven ilişkisidir. Gerçek şu: Bizim “kardeş” dediğimiz ülkeler, Rum tezinin yanında konum aldı. KKTC’yi değil, AB’yi tercih etti. Ve belki de daha sarsıcı olanı: Türkiye hâlâ sessiz. Ne bir resmi açıklama ne bir uyarı ne de siyasi bir refleks gösterildi. Kimileri “yanlış anlaşıldı”, “çeviri hatasıdır”, “Batı baskısı var” gibi gerekçelerle durumu hafifletmeye çalışıyor. Oysa bu kadar organize ve üst düzey bir tutum, teknik bir detay ya da aceleye gelmiş bir imza ile açıklanamaz. Bu bir pozisyon alışıdır. Ve bu pozisyonun, Türk kamuoyuna karşı ciddi bir açıklamaya ihtiyacı var. “Kıbrıs davası” söz konusu olduğunda mangalda kül bırakmayanlar şimdi suskun. Dış politikadaki bu “sessizlik diplomasisi”, atılan imzaların yarattığı hasarı telafi etmek bir yana, derinleştiriyor. Kardeşlik bu kadar pamuk ipliğine bağlıysa, sormak gerekiyor: Biz bu ilişkileri gerçekten nasıl bir zemine inşa ettik?