2011 yılında üniversiteden mezun oldum.

4 yıllık maceram birbirinden kıymetli hocalarımdan aldığım akademik bilgilerle de örülüydü, kimliğimi bulmama destek olan kulüp faaliyetleriyle de, hayatın sadece koşturmacadan ibaret olmadığını anlamamı sağlayan, çimlerde yatıp müzik dinlemenin bile unutulmaz “an”lara dönüşebileceğini öğrendiğim konserlerle, şenliklerle de...

Bunu yaşayabilecek son nesil olacağımızı bilmeden geçirdik günlerimizi.

Mezunu olduğum Boğaziçi Üniversitesi bugün bambaşka bir “kimlik”le gündemde.

7 yaşındaki kız çocuklarının evlenebileceğini savunan Nureddin Yıldız, İslam Araştırmaları Kulübü’nün konuğu oldu.

Kadın ve erkeklerin ayrı ayrı oturduğu kalabalık bir gruba hitap etti.

O sırada protesto edildi, yumurta atıldı.

Dışarıda ise tansiyon çok daha yüksekti.

Polis eylem yapanlara müdahale etti. 100’e yakın genç gözaltına alındı.

Valilik, 13 polisin 5 metrelik bir inşaat çukuruna düştüğünü açıkladı.

★★★

Rektörlük “Boğaziçi ekosistemine tahakküm kurma gayreti” diye niteledi eylemleri.

Göstericileri suçladı.

Halbuki Boğaziçi Üniversitesi her daim farklı görüşlerin bir arada olduğu bir “ekosistem”e sahipti.

İş dünyasından biri geldiğinde de protesto olurdu, bir siyasetçi konuştuğunda da.

Benim öğrencilik yıllarımda, kampüse polisin ilk kez girişi dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ziyareti sırasında olmuştu.

“Polisin kampüste ne işi var?” tepkisiyle başlayan eylemler büyümüştü.

Okula ABD menşeili ilk kahve zinciri de o dönem açıldı.

Günlerce işgal eylemleri, protestolar oldu.

Dönemin rektörü Prof. Dr. Kadri Özçaldıran öğrencilerle ortak belirlenen “nötr” bir alanda görüşmeyi kabul etti.

300 öğrenci ile 5 saat süren toplantı yaptı, neden karşı olduklarını tek tek dinledi.

Böyle bir okuldu Boğaziçi.

Herkes ses yükseltirdi, her görüş vardı.

Boğaziçi özgürlüktü, diyalogdu, uzlaşabilmekti.

Sonra, önce akademi üzerindeki baskı arttı.

Derslerdeki bazen tek bir cümlesiyle bizi “büyüten”, bambaşka ufuklar açan hocalarımız bir bir okuldan uzaklaşmak zorunda kaldı.

Kimi kovuldu, kimi ülke dışına çıktı.

Ardından pek fazla kişinin hatırlamadığı ama bence okulun en büyük kırılımı geldi.

12 Temmuz 2016’da okul içinde yapılan rektörlük seçiminde mevcut rektör Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu 403 oyun 348’ini aldı.

Ama darbe girişimi sonrası asıl darbe üniversitelere yapıldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan rektörlük seçimlerinin “gruplaşmaları, hizipleşmeleri, kırgınlıkları” artırdığını, üniversiteler için yıkıcı olduğunu söyledi.

OHAL dönemiydi zaten. 10 gün içinde KHK çıkarıldı.

Rektörlük seçimleri kaldırıldı, atama yetkisi cumhurbaşkanına verildi.

2 hafta sonra seçimlere dahi katılmamış AKP’li eski bir milletvekilinin kardeşi, dönemin AKP MKYK üyesi Prof. Dr. Mehmed Özkan rektör atandı.

Sessiz bir kırılmaydı bu.

★★★

Özkan içeridendi belki ama geliş biçimi üniversite kültürüne taban tabana zıttı.

Okul da mezunlar da ayağa kalktı.

Günlerce “Benim rektörüm değil” eylemleri yapıldı.

Mezunlar konferanslar düzenledi. Yol haritaları çizildi.

Özkan da benim de katıldığım konferanslardan birine geldi. Kaygıları dinledi.

Nazik, saygılıydı.

“OHAL dönemi” dedi. Görevi geçici olarak üstlendiğini, ülke normalleşince bırakacağını söyledi.

Bırakmadı.

Belki de haklıydı. Ülke o günden sonra hiç normalleşmedi...

Derken, 2021 geldi. Bu kez sadece usul değil, içerik de tartışmalıydı.

Okul ile hiçbir bağı olmayan bir isim, Prof. Dr. Melih Bulu sınavla giremediği Boğaziçi’nin rektörü oluverdi.

Eski AKP Milletvekili aday adayıydı.

12 Eylül darbesinden sonra kurum dışından atanan ilk rektör oldu.

Boğaziçili akademisyenler “Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz!” açıklaması yaptı.

Her gün rektörlük binasına sırt dönme eylemleri başladı.

Cübbe ile suskun ama güçlü bir protesto kültürü doğdu.

Öğrenci eylemleri ise günlük rutinin parçası oldu.

Bulu, cevabını çevik kuvvetle verdi. Kampüsün kapıları polise ardına kadar açıldı.

Ve o unutulmaz kare çıktı ortaya: Güney Kampüs’ün kapısı kelepçelendi.

Bulu’nun şikayetiyle öğrenciler ev baskınlarıyla gözaltına alındı. Tutuklananlar oldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan öğrencileri “terörist” ilan etti..

Sonrasında zaten polis her yerdeydi.

Kampüslerin bulunduğu Rumelihisarüstü polis barikatlarından geçilmez hale geldi.

Kişiye özel kadrolar, paraşüt atamalar, akademisyenler üzerinde baskı, disiplin cezaları...

Her itiraz “provokasyon”du.

Bulu “Protestolar 6 ayda biter” dedi. Bitmedi.

Boğaziçi “kayyum”u normalleştirmedi. Direndi.

Tepkiler dinmeyince bir gece yarısı kararıyla gelen Melih Bulu, yine bir gece yarısı kararıyla apar topar görevden alındı.

Kazanım zannedildi ama koltuğa oturan yardımcısı Naci İnci, eski düzeni devam ettirmekle kalmadı, baskıları daha sistematik hale getirdi.

Üniversitenin en temel değerleri – tartışma, çoğulculuk, katılım – törpülendi.

Protestolara katılan akademisyenlerin dersleri ellerinden alındı.

Yıllarını okula, öğrencilere, “geleceğe” vermiş emekli hocaların kampüse girişi yasaklandı.

2022’den sonra 153 yıllık toplu mezuniyet törenleri bile kaldırıldı.

Öğrenciler 5-6 yıldır sırt dönerek “kayyum” dedikleri rektörleri protesto ediyordu...

★★★

Ve bugün...

Ülkenin gözbebeği...

Sayısız bilim insanı, siyasetçi, akademisyen, sanatçı, iş insanı yetiştirmiş bir okul.

Mutsuz. Umutsuz.

Oysa bir kültürü vardı Boğaziçi’nin.

Düşünmeyi öğreten, karşı çıkmayı meşru gören, soran, sorgulayan, mizahla direnen bir kültür...

Bir hafızaydı Boğaziçi.

Artık bu hafıza, bir bahar şenliğinde çimlere uzanmak değil...

Kampüse yürürken çevik kuvvet barikatından geçmek.

Bir kulüp toplantısında fikir üretmek değil...

Kimlerin konuşabileceğini, kimlerin konuşamayacağını görmek.

Özgür düşünceyi savunmak değil...

Bunun için işini, diplomasını, geleceğini riske atmak.

Bir üniversite; nefes alarak, konuşarak, tartışarak, yan yana durarak yaşar.

Ama ben artık o nefesin zorlandığını hissediyorum.

O okulda bir zamanlar, çimenlerin üstünde gökyüzüne bakarak kurduğumuz tüm hayallerin üzerine şimdi gri bir bulut çökmüş gibi.

Ve maalesef...

Boğaziçi artık sadece bir “hikaye”.

Anlatıldıkça canı daha çok yakan bir hikaye...