Akılla, mantıkla izah edilemeyen günlerden geçiyoruz.
Ufak mutluluklara tutunup nefes almaya çalışıyoruz.
Kara para aklama soruşturmasından tutuklu biri, gazeteciler hakkında şikayette bulunuyor.
Dilekçesi jet hızıyla işleme alınıyor.
Zaten ifadeye gidecek olan iki gazeteci, şafak baskınıyla evlerinden gözaltına alınıyor.
Adli kontrolle serbest kaldılar diye seviniyoruz.
Gösteri yapmak anayasal hak.
Ama bu haklarını kullandılar diye gençler yaka paça, ters kelepçeyle gözaltına alınıyor.
“Dövülerek tutuklandım” diyor biri.
“İlaçlarım verilmedi” diyor diğeri.
“Cezaevinde yer yok, yerde dönüşümlü yatıyoruz...”
“Çıplak aramaya maruz kaldım.”
Genç bir kadın, “Polis göğüslerime dokundu, korkudan altıma kaçırdım” diye ifade veriyor.
Ne inceleniyor ne soruluyor.
Sadece “Yalan” denip üstü kapatılıyor.
Sonra tutuklanan gençler serbest kaldı diye seviniyoruz.
Hayatlarından çalınan günleri, üzerlerine yapışan korkuyu unutuyoruz.
Kayyum atanmadı diye şükrediyoruz.
Olasılığın bile ülkeye nelere mal olduğunu konuşmuyoruz.
“Bugün düne göre daha umutluyuz” diyoruz.
Dolar 42’den 38’e düştü diye seviniyoruz.
Arka kapıdan cayır cayır satılan milyar dolarların bedelini sormuyoruz.
Elektriğe yüzde 50 değil de yüzde 25 zam geldi diye seviniyoruz.
“Neyse ki konutta kullanılan doğalgaza zam gelmedi” diye mutlu oluyoruz.
Sanayi tarifesi arttı; yakında aldığımız her ürün zamlanacak.
“Henüz” düşünmüyoruz.
Rakipler tutuklu...
Ekranlar karartılmış...
Sokaklar polis ablukasında...
Seçim yapılabildi diye “Demokrasi kazandı” sanıyoruz.
İyimser bir halkız vesselam.
Bardağın dolu tarafını görmeyi iyi biliyoruz.
Bardağın çatlağından sızanları, içindekini boşaltan eli pek konuşmuyoruz.
“Ensar”dan “Hicret”e: Gazzeliler Türkiye’ye mi gelecek?
“Bayram değil seyran değil” diye başlayan o meşhur söz var ya...
ABD Başkanı Donald Trump, Türkiye’yi her övdüğünde aklıma ilk bu gelir.
Son olarak, İsrail Başbakanı Netanyahu ile Beyaz Saray’daki görüşmesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında övgü dolu ifadeler kullandı.
Ve yine aynı izlenim oluştu: Bir şeyler oluyor.
Çok geçmeden iktidara yakın medyada çıkan haberler ipuçları vermeye başladı.
Hatırlarsınız, daha birkaç gün önce o medyada yer alan yorumlarda “İstesek 72 saatte Tel Aviv’e gireriz” deniliyordu.
Söylem bir anda değişti.
Malum, Trump uzun süredir Gazze’yi boşaltmak ve bölgeyi “Riviera” benzeri bir turistik merkeze dönüştürmek istiyor.
Bu plan doğrultusunda Gazzelileri başka ülkelere göndermeye çalışıyor.
Sadece Mısır ve Ürdün gibi komşu ülkelere değil, Endonezya’ya bile teklif götürdüğü iddia edildi.
Birçok ülke bu talebi reddetti.
Ancak yeni gelişmeler var gibi...
Netanyahu, iki büyük ülkeyle müzakerelerin sürdüğünü açıkladı — isim vermedi.
Ama İsrail basınında çıkan haberlere göre, o ülkelerden biri Türkiye.
Hatta Suriye’nin kuzeyindeki Azez ve El-Bab’daki kampların Gazzeliler için hazırlandığı iddiası gündemde.
Bir zamanlar Suriyeliler için “Ensar” ve “Muhacir” benzetmeleri yapılırdı.
Bugün ise iktidara yakın medya en çok şu kelimeyi kullanıyor: Hicret.
Nereden nereye...
Kaosun kıyısında: Trumpizm
Geçen ay The Economist dergisinin kapağında Trump, Erdoğan, Putin ve Şi birlikte yer alıyordu. Başlıkta, “Mafya tarzı bir yeni dünya düzeni başlıyor” yorumu dikkat çekiciydi.
Bu ay kapağı daha da sertleştirdiler: Kaos Çağı.
ABD Başkanı Trump’ın Ocak ayında göreve başlamasından bu yana, dünyayı saran (en kibar ifadeyle) bir “çılgınlık hali” var.
Bu “hal”in en sembolik örneklerinden biri geçtiğimiz gün geldi: Trump, saçlarının yeterince güzel yıkanmadığını söyleyerek duş başlıklarının su tazyikini artırma kararı aldı.
Evet, aslında sadece bir duş başlığı...
Ama asıl mesele bunun çok daha ötesindeydi.
Bu karar, bilimin, düzenleyici kurumların, bürokrasinin itibarsızlaştırıldığı, “Ben öyle istiyorum” siyaset tarzının küçük ama çok anlamlı bir örneği oldu.
Göçmen yasağı, tek bir formül üzerinden getirilen gümrük vergileriyle başlayan ticaret savaşı, Paris İklim Anlaşması’ndan çıkış, Dünya Sağlık Örgütü’ne sırt çevirme... Liste uzayıp gidiyor.
Trump’ın daha görevdeki ilk aylarında attığı bu adımları bir araya getirdiğimizde net bir strateji çıkıyor karşımıza: Kuralsızlığı sistemleştirmek.
Uluslararası hukuk yerine iç politikaya oynayan popülizm, rasyonalite yerine kişisel inat, müzakere yerine tehdit dili...
Üstelik bu tarz yalnızca Amerikan siyasetine değil, salgın gibi tüm dünyaya yayılıyor.
Soru şu:
Bu, yeni normal mi?
Yoksa bir tür siyaset virüsü mü?
Eğer ikinci seçenek doğruysa...
Korkarım henüz pandeminin başındayız.