Bazen bir çocuk göz teması kurmaz. Adını söylediğinizde dönüp bakmaz. Oyuncakları sizin hayal ettiğiniz gibi kullanmaz. Aynı hareketi defalarca yapar. Siz o sırada “Neden böyle davranıyor?” diye düşünürken, o kendi evreninde, barış içinde, sessizce bir düzen kuruyordur. Dünyanın alışılmış kurallarına benzemeyen, ama belki de o kurallardan çok daha anlamlı bir düzen...
Bugün 2 Nisan, Dünya Otizm Farkındalık Günü. Simgesi mavi renk. Tüm dünyada “Otizme Mavi Işık Yak” sloganıyla binalar maviye bürünüyor, etkinlikler düzenleniyor, bilgilendirici kampanyalar yürütülüyor.
Her şeyden önce şunu kabul etmemiz gerekiyor: Otizm bir hastalık değildir. Tedavi edilmesi gereken bir durum da değildir. Değiştirilmek, düzeltilmek istenen bir kişilik hiç değildir. Otizm, sadece farklı bir düşünme ve hissetme biçimidir. Kalabalık içinde yalnız kalmak değil belki; ama çoğunluğun ne dediğini duymadan kendi melodisini dinlemektir.
Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB), bireyin iletişim, sosyal etkileşim ve davranış biçimlerinde farklılık gösterdiği nörogelişimsel bir durumdur. Genellikle 3 yaşından önce belirtiler ortaya çıkar. Göz teması kurmaktan kaçınma, isme tepki vermeme, tekrarlayıcı hareketler, oyuncaklarla alışılmadık biçimde oynama, sosyal etkileşimde isteksizlik ve rutinlere aşırı bağlılık otizmin yaygın belirtileri arasındadır. Tanı ne kadar erken konulursa, otizmli bireyin bağımsız bir yaşam sürme şansı da o kadar artar. Bu süreçte en önemli üç anahtar ise eğitim, sabır ve sevgidir.
Her otizmli bireyin durumu farklıdır. Kimi konuşmada ve iletişimde zorlanırken, kimisi matematik, müzik ya da görsel hafıza gibi alanlarda olağanüstü yetenekler sergileyebilir.
★★★
Ne yazık ki bugün hâlâ otizmli çocuklar okulda “uyum sağlayamadığı” gerekçesiyle dışlanabiliyor. Aileler bu durumdan utanıyor, saklıyor. Bazı öğretmenler, komşular hâlâ “bir gariplik var bunda” diye fısıldaşabiliyor. Farklı olanla karşılaşınca, hâlâ korkuyoruz. Hâlâ kaçıyoruz.
Oysa mesele herkesi “normal”e uydurmak değil; normalin ne olduğunu hep birlikte yeniden düşünmek. Çünkü “normal” dediğimiz şey, çoğunluğun alışkanlıklarından, beklentilerinden ve konfor alanından ibarettir. Farklı olan ise eksik ya da yanlış değil, yalnızca az rastlanandır.
Bir çocuğun farklı şekilde düşünmesi, farklı hissetmesi onu dışlanacak biri değil; anlaşılması gereken biri yapar. Ama biz, farklı olanı anlamak yerine ya susturuyoruz ya da görmezden geliyoruz. Oysa asıl eksiklik, çeşitliliğe tahammül edemeyen bakışlarımızda. Toplum, kendi belirlediği “normal” kalıplara uymayanları dışladıkça aslında zenginliğini yitiriyor.
Bir çocuk size bakmadan da sizi hissedebilir. Size sarılmadan da sevebilir. Onların dünyasına adım atmak için bazen tek yapılması gereken şey, sessizce yanlarında durmaktır. Zorlamadan, yargılamadan, beklentisizce...
Bugün, “onlar bizimle aynı değil” diye başlayan tüm cümleleri çöpe atalım. Otizmli bireylerin toplumdan dışlanmaması, eğitim ve sosyal hayata eşit şekilde katılabilmesi için farkındalık büyük önem taşıyor. Onları “eksik” ya da “anormal” değil, “farklı” olarak görmek ve bu farklılığı anlamaya çalışmak hem bireysel hem toplumsal bir sorumluluktur.
İki şehir
İki şehir düşünün. Biri, geçmişine saygı duyduğu kadar geleceğini de planlayan; diğeri, geçmişini olabildiğince silmeye çalışıp geleceğini arayan... Londra ve İstanbul. İkisi de imparatorluklara başkentlik yapmış, ikisi de sokaklarında tarih kokusu taşıyan şehirler. Londra sokaklarında yürürken bu iki şehir arasındaki farkları düşünüyordum.
Dünyanın en güzel şehri dediğim İstanbul’un bugünkü çaresiz hali... Ve senelerdir neredeyse her yıl ziyaret ettiğim, taşı bile değişmeyen Londra.
Londra’da bir bina dikmek istiyorsan önce kente sorarsın: “Bu yapının burada bir anlamı var mı?” dersin. Sadece yüksekliği değil, gölgesi ne kadar düşecek, komşunun ışığını kesecek mi, bu sokak bunu kaldırır mı, trafiği artırır mı? Hepsi tartışılır. Sokağın, mahallenin, bölgenin tarihi ve doğal dokusuna zarar verecek hiçbir projeye geçit verilmez.
İstanbul’da ise önce kazma vurulur, sonra düşünülür. Her yere gökdelen dikilebilir, her yerde binalar yükselebilir. Yeşil dediğin şey, sadece bina cephelerinde bir estetik tercihi olabilir. Bina yapılır ama yol bunu taşır mı, trafik artar mı, mahalleli ne der, kimse düşünmez. “İstanbul’un dokusuna uygun mu, tarihi yapısını bozar mı, doğasını değiştirir mi?” diye soran bile kalmaz. Hiçbirinin önemi yoktur. “Olacak” derler ve olur. Her yeni bina biraz daha eksiltir güzelliğini, tarihini, değerini...
Londra, sokaklarında yürüdüğünde başını kaldırıp geçmişe bakmanı ister. İstanbul ise artık başını yere eğmeni... Utandığın için değil; artık gökyüzü bile eskisi gibi görünmediği için.