“Güven” en basit haliyle, birine ya da bir şeye zarar görmeden dayanabileceğine, söylediklerinin, davranışlarının tutarlı olacağına inanma halidir. Ama aslında bundan çok daha fazlasıdır. Görünmeyen bir sözleşme, duygusal bir teslimiyet biçimidir.

İlişkilerin sessiz temelidir. Varlığında her şey doğal, yokluğunda her şey zor olur. Birine güvendiğinde, onun seni kandırmayacağına, arkandan iş çevirmeyeceğine, seni yarı yolda bırakmayacağına dair içsel bir kabullenme yaşarsın. Bu, kanıtla değil, hisle kurulan bir bağdır. Bu yüzden güven, kanıtlandığında değil, sarsıldığında fark edilir.

Güven, bir defa kırıldığında, hiçbir kelime ya da açıklama onu eskisi haline döndüremez; çünkü güven, mantığın değil, duygunun yapıştırıcısıyla tutar. Yeniden inşa edilebilir belki, ama asla eskisi gibi olmaz.

★★★

İnsan, karşısındakine güvenmek ister ama tam da bu yüzden en kolay kandırıldığı alan da burasıdır. Yapılan araştırmalar insanların gerçeği söyleyene değil, kendini iyi hissettirene güvendiğini gösteriyor. Sebebi de beynin ödül merkezinin, mantıktan önce çalışmasıymış.

Biri seni anladığını, seni seçtiğini, seni özel bulduğunu söylediğinde dopamin salgılanıp, eleştirel düşünce devre dışı kalıyormuş. Bu yüzden insanlar yalan söyleyen politikacılara, sahte gurulara, manipülatif sevgililere, dolandırıcılara bile inanıyor. Çünkü güven, gerçekten doğru olmasından çok, doğru hissettirilmesine dayanıyor.

Asıl tuhaf olan, insanların kendilerini sorgulatana güvenmemesi. Çünkü insan, ona ayna tutan kişiye değil, onu onaylayan kişiye inanma eğilimindeymiş. Gerçeği söyleyenleri genelde kıskanç ya da kibirli buluyorlarmış.

Bu yüzden toplumlarda en çok güven duyulan figürler genellikle doğruyu söyleyenler değil, iyi konuşanlardır. İnanması zor ama bazı psikolojik araştırmalar insanların duygusal olarak yakınlık duyduğu kişilere güvenmeyi bırakmak yerine, sadece bir sonraki sefer onların daha iyi yalan söylenmesini beklediklerini gösteriyor.

★★★

Maalesef tam anlamıyla güvenilir bir insan yoktur. Tarih boyunca dostların birbirlerine ihanet ettiğini, liderlerin halklarını sattığını, aşıkların yeminlerini bozduğunu gördük. Yani güvenilirlik kalıcı bir özellik değil, şartlara göre değişen bir davranış biçimidir.

Herkes, yeterince baskı altına alındığında kendi sınırlarını esnetir. Bu kimseyi kötü yapmaz; sadece insandır. İnsanın önceliği her zaman kendi çıkarı, duygusal konforu veya korkularıdır. Birine güvenebilirsin, ta ki o korkana kadar; tabii bu, ne kadar korktuğuna bağlıdır. Veya çıkarlarınız çatışana kadar; bu da onun ne kaybedeceğine bağlıdır.

★★★

Bir insanın gerçekten güvenilir olup olmadığı, onun sana ne söylediğine değil, korktuğunda, çıkarı olduğunda ve yakalandığında nasıl davrandığına bakarak anlaşılır. Ayrıca, işi bittiğinde hâlâ yanında olup olmadığı güçlü bir göstergedir. Çıkarı kalmadığında da yanındaysa, güvenilirlik sınavını geçmiş sayılabilir.

Yine de insan yaş aldıkça fark eder ki kimse seni senden daha çok düşünüp koruyamaz. Çünkü herkes bir noktada kendi önceliklerini seçecektir. Bu doğaldır. İnsan bencil doğar, çünkü hayatta kalmak buna bağlıdır. Bu yüzden önce kendine güveneceksin. Yanındaki için de “beni asla üzmez” değil, “üzse bile beni kandırmaz” diyebiliyorsan devam edeceksin.

Dünya Ruh Sağlığı Günü

10 Ekim, 1992 yılından bu yana Dünya Ruh Sağlığı Federasyonu tarafından “Dünya Ruh Sağlığı Günü” olarak kutlanıyor.

Peki, Türkiye’de ruh sağlığını korumak zor mu?

Zor değil, imkansızın eşiğinde. Ekonomik kriz, trafik, işsizlik, sosyal baskılar, her köşe başında ayrı bir gürültü. İnsan kendini iyi hissetse bile, haber bültenini açtığı an moral sistemi çöküyor. Kısacası Türkiye’de ruh sağlığını korumak, fırtınanın ortasında elinde mumla yoga yapmaya benziyor. Bu ülkede çoğu insan ruh sağlığını değil, telefon faturasını daha çok önemsiyor. Çünkü birinin kapanması hemen hissediliyor, diğeri ise sessizce çöküyor.

Ruh sağlığı için meditasyon, spor, doğayla iç içe yaşam öneriliyor ama doğaya gitmek için önce şehirden çıkabilmek lazım. O da ayrı bir stres sebebi.

Psikoloğa gitmek istesen, özel muayenehaneler ateş pahası. Devlet hastanesinde randevu bulmak da ayrı bir efor. En erken 42 gün sonra sabah randevusu var. O vakte kadar insanın, sadece randevu sistemine bakarken ruh sağlığı bozulur zaten.

Bir de çevresel destek eksikliğini düşünün: “Depresyondayım” diyene, hâlâ “Takma kafana” deniyor ya da sanki sorun oksijen eksikliğinden kaynaklanıyormuş gibi “Biraz dışarı çık, moralin düzelir.”

Üstelik her köşe başında “kişisel gelişim koçu” türedi. “Evrenle uyumlan, pozitif enerji yüklen, yeter ki evrenden iste” gibi cümlelerle insanları kandırıyorlar. Gerçek terapi pahalı, sahte umut ise bedava. Herkes birbirine “pozitif düşün” diyor ama kimse faturaları pozitif düşünceyle ödeyemiyor.

Dilerim bu ülkede fırtınalar diner de gündemimiz yalnızca ruh sağlığı olur.