İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi, dün CHP 38. Olağan İstanbul İl Kongresi’nde başkan seçilen Özgür Çelik ve yönetimin görevden uzaklaştırılmalarına, İl Başkanlığı’na geçici yönetim kurulu atanmasına karar verdi. İstanbul İl Başkanlığı’na Gürsel Tekin, Zeki Şen, Hasan Babacan, Müjdat Gürbüz ve Erkan Narsap’tan oluşan heyet kayyum olarak atandı. İstanbul 72. Asliye Ceza Mahkemesi, 8 Ekim 2023 tarihinde düzenlenen CHP İstanbul İl Kongresi seçimlerinde, “seçime hile karıştırıldığı” ve “seçim kanununa muhalefet edildiğine” ilişkin hazırlanan iddianameyi kabul etti. Özgür Çelik’in de aralarında olduğu 10 kişi hakkında “seçime hile karıştırma” suçundan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılması istemiyle dava açıldı.

Aynı günün sabah saatlerindeyse CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı, tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı.

“Bu yolun geri dönüşü yok, siz de biliyorsunuz. Adım adım gidiyorsunuz. Bir asırdan fazladır hürriyet ve demokrasi mücadelesi veren bu aziz millet değil, bir avuç insan yani siz yenileceksiniz. Canınız istediğinde bindiğiniz, canınız sıkılınca indiğiniz demokrasi treni yepyeni bir sefere çıkıyor. Milletimiz, sahibi olduğu koltuğu devralmaya hazırlanıyor. Yargı eliyle beni saf dışı bırakacağınızı zannediyorsunuz. İhtişamlı sarayınızda emirler yağdırıyor, ‘İmamoğlu’nu bitirin’ diyorsunuz. Çünkü seçimde karşıma çıkmaktan çok korkuyorsunuz. Evet, korkuyorsunuz. Çünkü devlete ve millete nasıl bir zarar verdiğinizi çok iyi biliyorsunuz. Yarısı açlık sınırının altında yaşayan milletimizin sabrının taştığını görüyorsunuz. Millet sizi istemiyor. Herkes bu işin bittiğini görüyor. Kendi yol arkadaşlarınız bile sizden sonrasına hazırlanıyor. Artık gitme vakti... Mert olun!” dedi.

Tam da Berk Esen, Şebnem Gümüşçü ve Hakan Yavuzyılmaz’ın kitabı “Türkiye’nin Yeni Rejimi: Rekabetçi Otoriterlik”i okumayı yeni bitirmiştim.

İstanbul İl Başkanlığı kararı sonrası siyasetçiler konuşmaya başladı: Bu siyasi bir karar!

Evet, bunu biliyoruz. Üstelik uzun bir zamandır biliyoruz.

O yüzden de Ekrem İmamoğılunun paylaştığı gibi ‘gitme vakti’nin geldiğini düşünmüyorum.

Ne bu ülke eski Türkiye, ne de sistem eski sistem, ne de bilinçli olarak yürütülen politikalar sonucunda ortaya çıkan kutuplaşma ortamında, korku ikliminde yaşamaya çalışan yurttaş o eski yurttaş.

Neden böyle diyorum?

Hemen size Türkiye’nin AKP iktidarları altında zamana yayılmış bir otoriterleşme süreci sonrasında kusurlu bir demokratik rejimden rekabetçi otoriter rejime geçtiği temel savı üzerine inşa edilmiş kitaptan bazı ifadeleri sunacağım ve sizden bunun üzerine düşünmenizi rica edeceğim. Rekabetçi otoriterlik Türkiye’deki rejimin ne demokratik ne de tam otoriter olmadığını vurguluyor. İkisinin de karışımı, yani ‘melez’ yapısını ortaya koyuyor.

Otoriter rejimlerde vatandaşların iktidarları belirleme imkânı yoktur. Türkiye bu sebeple tamamen otoriter bir rejim değildir. Çünkü hâlâ farklı siyasi partilerin birbirleriyle rekabet ettikleri seçimler düzenli aralıklarla yapılıyor ve yasama yürütme erki bu seçimler sonucunda belirleniyor.

Ancak Türkiye’de seçimler ne adil ne de özgür koşullarda yapılabiliyor. Dolayısıyla, Türkiye ne tam bir demokrasi ne de tam bir otokrasi olarak tanımlanabilir.

Rekabetçi otoriterlik gibi melez rejimlerde serbest ve adil olmasa da seçimler düzenli olarak yapılır ve bu seçimlerde farklı siyasi görüşten adaylar yarışır. Bu sistemde seçimlere büyük önem atfedilir, rejimin otoriter özelliklerinin meşruiyetini sağlamak için önemlidir. (Bakınız AKP)

Rekabetçi otoriter rejimleri üç temel unsurla tanımlamak mümkün.

İlki adil olmayan seçimler. En az bir adayın siyasi nedenlerle yasaklandığı, merkezi olarak koordine edilen ve müsamaha gösterilen oy çalma ve benzeri seçim hileleriyle seçmen ve adaylara yönelik sistematik şiddet ve korkutma gibi faaliyetlerinin var olduğu, resmi ya da gayriresmi müdahaleler sonucu muhalefetin eşit şartlarda kampanya yapmasının engellendiği durumlar. (İnanılmaz değil mi?)

İkinci unsur adil olmayan siyasal alan. Buna göre siyasallaşmış devlet kurumları, medyaya erişimle kamu ve özel kaynaklara erişimde adaletsizlik siyasal oyun alanını da adaletsiz kılar.

Üçüncü unsur, temel hak ve özgürlüklerin sistematik ihlali. İfade ve fikir özgürlüğü, örgütlenme ve toplanma özgürlüğü olmadan demokrasinin asgari koşullarının karşılanması mümkün değildir.

Kamu kaynaklarının iktidara yakın kişi ve kurumlara partizanca dağıtılması...

Seçim yasalarında yapılan taraflı değişiklikler...

Muhalefete yönelik baskı politikaları...

İktidara yakın medya oluşturmak, diğerlerini baskılamak...

Yani sevgili okur, biz ‘güç zehirlenmesi’ falan diyoruz ya, değil!

Rejim tıkır tıkır işliyor.

Bunun bir politika olduğunu görüp, buna göre aksiyon olan muhalefet kazanabilir ancak.

Ayrıca sadece bizim sorunumuz değil, dünyanın birçok ülkesinde aynı örnekler yaşanıyor.

Türkiye’nin geçirdiği siyasi dönüşümü doğru anlamak ve ortaya çıkan siyasi rejimi doğru kavramsallaştırmak, eski ezberlerle umutvar olanların mutlaka okuması gereken bir kitap. Otoriter rejimden çıkışın anahtarı onu anlamaktan geçiyor. Üç akademisyenin de ellerine sağlık.