Felemenk Gözyaşı olarak da bilinen Prens Rupert damlası (Prince Rupert’s drop), ilginç ve etkileyici bir cam formudur. Eritilmiş cam, soğuk suya damlatıldığında, dış kısmı aniden katılaşır; iç kısmı ise daha yavaş soğur. Bu süreç sonucunda damlanın kalın baş kısmı, sıkıştırılmış güçlü cam kabuğu sayesinde çekiç darbelerine hatta mermiye bile dayanabilir.

Ancak bu şaşırtıcı dayanıklılığın bir de hassas dengesi vardır: İnce ve kıvrık kuyruğu kırıldığında, camın içinde hapsolmuş gerilim bir anda serbest kalır. Bu da damlanın dramatik bir şekilde parçalanmasına ve adeta cam tozuna dönüşmesine neden olur. Prens Rupert damlası, camın hem inanılmaz derecede dayanıklı hem de bir o kadar kırılgan olabileceğini gösteren eşsiz bir objedir.

★★★

Bu ilginç yapı bana, Antik Yunan mitolojisinin en bilinen hikâyelerinden biri olan, Homeros’un İlyada destanında önemli bir yere sahip Akhilleus’u hatırlattı. Akhilleus’un annesi deniz tanrıçası Thetis, babası ise ölümlü bir kral olan Peleus’tur; yani Akhilleus, yarı tanrı – yarı insandır. Thetis, oğlunu ölümsüz kılmak ister ve efsaneye göre onu yeraltı dünyasına akan Styx Nehri’ne batırır. Ancak suya batırırken onu topuğundan tuttuğu için o kısım nehir suyuna değmez. Böylece Akhilleusun vücudu yenilmez olur, topuğu hariç.

Akhilleus, Truva Savaşı’nda Yunanların en büyük savaşçısıdır. Truva Kralı Priamos’un oğlu Paris’in ağabeyi Hector’u bir düelloda öldürmesiyle efsaneleşir. Hector’u öldürmesiyle efsaneleşir. Ancak Truva Prensi Paris, tanrı Apollon’un da yardımıyla onun topuğuna bir ok saplar ve Akhilleus’u öldürür.

Bugün “Akhilleus topuğu” ya da “Aşil topuğu” ifadesi, bir kişinin en savunmasız, en zayıf noktası anlamında mecaz olarak kullanılmaktadır. Tıpkı Prens Rupert damlası gibi: Ne kadar güçlü görünürse görünsün, tek bir kırılma noktası her şeyi paramparça edebilir.

★★★

Güç, genellikle dışarıya gösterilen bir kalkandır. Soğukkanlı kalabilmek, krizleri yönetmek, hayatta kalmak için gösterdiğimiz çabalar bizi güçlü gösterir ama görünmeyen yerlerde hep bir açık kapı vardır. Akhilleus’un topuğu gibi... Tüm zırhına rağmen, bir nokta vardır ki, insan yalnızca oradan vurulabilir.

Bazen bir anı, bazen bir isim, bazen çocukluktan kalma bir eksiklik... Yıkılmaz, hiçbir şeyden etkilenmez gibi görünen insanları bazen tek bir sözcük, tek bir cümle paramparça etmeye yeter.

Ve diğer insanlar da çoğu zaman, bilinçli ya da bilinçsiz, bu noktayı bulmaya çalışır. Seni çözmeye çalışırken aslında açığını ararlar. Çünkü insanlar, en sağlam yapının nereden çökeceğini merak eder. Güçlü biriyle karşılaştıklarında hayranlık duymaktansa, onu alt etmeyi isterler. İşte bu zayıf noktayı keşfettiklerinde, ilk çıkar çatışmasında tam da oraya yönelirler. Bu yüzden güçlü olmak yetmez; nereden vurulacağını da bilmek gerekir.

Oysa belki de kendimizle yüzleşmek, zayıf noktayı güçlendirmenin en iyi yoludur. Bazen en çok acıtan şey, bir başkasının sözü değil, o sözün bizde bir yere dokunmasıdır. Çünkü sözler, görüşler, eleştiriler ancak sen onları doğru kabul ettiğin ölçüde canını yakabilir.

“Yetersiz, komik görünüyor, iyi değil” gibi düşünceler aslında kendi içimizde kök salmış eski güvensizliklerin yankısıdır. Bize ait oldukları için üzerimize bu kadar ağır gelir ve acıtır. Ama insan kendiyle yüzleştiğinde, yani o eksik sandığı parçayı saklamak yerine anlamaya çalıştığında, kırılganlık yerini akışa bırakır.

Ve belki de çözüm, kendimizi suçlamak yerine; anlayışla, sabırla, şefkatle kabullenmektir.