1946’dan itibaren okullarda, ülke ekonomisini güçlendirmek, yerli üretimi teşvik etmek ve tasarruf bilincini artırmak amacıyla 12-18 Aralık tarihleri arası Yerli Malı Haftası olarak kutlanmaya başlandı. 

Ben küçüklüğümden hatırlıyorum, Yerli Malı Haftası’nda evlerimizden kuru yemiş, meyve, ev yapımı yiyecekler veya yerel ürünler getirirdik. Bu ürünler önce sınıfta sergilenir, sonra da paylaşılırdı.

Bu, eğitim-öğretimde çocuklara yerli üretimin önemini kavratmak için bir fırsattı. Öğrencilere, yerli ürünlerin tüketiminin ülke ekonomisine olan katkıları anlatılır, tasarrufun önemi öğretilirdi. Amaç, sadece yerli malı kullanmayı özendirmek değil, aynı zamanda çocuklarda bir bilinç oluşturmak, geleceğin üretici ve tüketici bireylerini şekillendirmekti.

Ne yazık ki, bugün Türkiye’de yerli üretim birçok alanda dünyanın çok gerisinde kalmış durumda. Ülkemiz özellikle tarım ürünleri ithalatında çeşitli ülkelere bağımlı hale gelmiştir. Örneğin bugün buğday, pamuk ve yağlı tohumlar gibi temel tarım ürünleri, farklı kaynaklardan temin edilmektedir.

Türkiye, buğday ihtiyacının önemli bir kısmını Rusya ve Ukrayna’dan, pamuk ihtiyacının büyük bölümünü ise ABD’den karşılamaktadır. Mercimek ve nohut gibi bakliyat ürünleri Kanada ve Hindistan’dan ithal edilmektedir. Ayrıca ayçiçeği yağı, soya fasulyesi ve palm yağı gibi yağlı tohumlar ve bitkisel yağlar da çeşitli ülkelerden temin edilmektedir.

Bu noktada, Yerli Malı Haftası gibi etkinlikler geçmişten gelen bir nostalji değil, geleceğe dair bir ihtiyaç olarak yeniden ele alınmalıdır. Çocuklarımıza yerli üretimin önemini anlatmak, üretimi teşvik eden politikalar geliştirmek ve ithalata bağımlılığı azaltmak, Türkiye’nin ekonomik sürdürülebilirliği için kritik bir öneme sahiptir.

Geçmişte yerli üretimle güçlenen Türkiye, bugün aynı ruhu yeniden canlandırmak zorundadır. Çünkü bir ülkenin gücü, kendi üretebildikleriyle ölçülür. Yerli Malı Haftası, sadece bir etkinlik değil, ekonomik bağımsızlık için bir hatırlatmadır.

Aslında kendimi ikna etmeye çalışıyorum

Bazen bir konuyu öyle hararetle savunuruz ki, çevremizdeki herkesin ikna etsek bile içimizde bir huzursuzluk hissederiz. Aslında o an, belki de en çok kendimizi ikna etmeye çalışıyoruzdur. Çünkü yüksek sesle dile getirdiğimiz her şey, her zaman içten bir inancın yansıması olmayabilir. Tam tersine, bazen bu kadar ısrarcı olmamızın sebebi, kendimizde tamamlayamadığımız bir boşluğu doldurma çabasıdır.

Bu durumu fark etmek hiç kolay bir şey değildir. Çoğunlukla, yüksek sesle “Ben mutluyum!” diye haykırırken, aslında kendi mutluluğumuzu sorguluyor olabiliriz. “Bu iş tam bana göre!” derken, içimizde o işe gerçekten uygun olup olmadığımızı tartışıyor olabiliriz. İnsan doğası böyle; ne kadar çok şüphe varsa, o kadar çok savunma mekanizması devreye giriyor.

Belki de bunun en bariz örneği, bir konuda gereğinden fazla detay vermemizdir. Hani, birini kendimize ya da başkalarına tanıtırken, sürekli “Gerçekten harika bir insan” diye tekrarlayıp durduğumuzda... Bu kadar çok açıklamaya ihtiyaç duymamız, o kişi hakkında kendi düşüncelerimizi netleştirememiş olmamızın bir işareti olabilir.

Çünkü gerçek anlamda inandığımız bir şey için fazladan çabaya gerek duymayız; zaten onun varlığı yeterince ikna edicidir.

Peki, neden böyle yapıyoruz? Belki biraz korkudan. Ya o inanmak istediğimiz şey tam da bizim sandığımız gibi değilse? Ya çevremizdekiler bunu fark ederse? İşte, o yüzden sesimizi yükseltiyoruz.

Aslında gerçek şu ki, bazen dışarıya ne kadar seslenirsek seslenelim, içerideki mücadeleyi bastıramıyoruz. Çünkü bazen en büyük ikna çabamız, başkaları için değil, kendi içimizdeki bir savaşı kazanmak için yapılmakta.