Osmanlı’da bir aile kendini, bütün topraklarının sahibi olarak görüyordu...

Dökülen kanlar fukara Türk Müslümanlarının iken...

Topraklar ve servet ise:

O bir tek ailenindi...

Ve...

O aileden gelen:

Sultanlar...

Padişahlar...

Halifeler kendilerini:

Allah’ın görevlendirdiğine fukara Türk Müslümanlarını da inandırmışlardı...

İşte o padişahlar, sultanlar, halifeler:

Fukara Müslüman Türklerin kanlarıyla fethettikleri milyonlarca kilometre kare vatan toprağını, Sevr Anlaşması’yla:

Son 20 yıldır AKP’ye en çok oy veren şehirlere kadar düşürmüştü...

19 Mayıs 1919’da az sayıda arkadaşıyla Samsun’a çıkan Mustafa Kemal:

Yeni ve rejimi cumhuriyet olan bir devlet kuracağını biliyordu...

Ama...

Strateji gereği bu fikrini kimseyle paylaşmıyordu...

Kurtuluş Savaşı ve Büyük Zafer’den yaklaşık 1 yıl sonra imzalanan Lozan Anlaşması’nın hemen ertesinde; Hasan Rıza Soyak’ı Çankaya’ya çağıran Mustafa Kemal, cebinden çıkardığı bir kâğıdı Soyak’a uzatırken:

“Çocuk bu kâğıtta yazılanları temize çek ancak içeriğinden kimseye söz e tme” talimatını vermeyi de ihmal etmiyordu...

Kâğıtta, 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun bazı maddeleri değiştirilmişti...

Öncelikle birinci maddeye ilâve edilen:

“Türkiye Devleti’nin Hükümet şekli cumhuriyettir” ifadesini okurken Hasan Rıza’nın (Soyak) kalbi heyecandan dışarı fırlayacakmış gibi atmıştı...

(Hasan Rıza Soyak. “Atatürk’ten Hatıralar”. Yapı ve Kredi Bankası Yayınları 1973, s: 181...)

Atatürk, aynı yılın Eylül ayında kendisiyle söyleşi yapan Neue Freie Presse’ye şöyle diyordu:

“Teşkilâtı Esasiye gereği egemenlik kayıtsız şartsız milletindir...”.

Yine aynı açıklamalarında, yürütme erkinin milletin tek temsilcisi olan Meclis’te olduğunun kabul edildiğini hatırlattıktan sonra, şöyle bağlıyordu:

“Yeni hükümet şeklini tanımlamak için hangi kelime kullanılırsa kullanılsın tek kelimeyle ifade etmek gerekirse, o tek kelime ‘Cumhuriyet’ olacaktır...”.

Peki sadece “Cumhuriyet” mi?..

Tabii ki hayır...

Devamında şöyle diyor:

“Türkiye’nin iç gelişimi tamamen bitmedi. Daha da gelişime yönelik değişiklikler yapılacak ve bütün işlemler cumhuriyet esasına yönelik olacak. Gelecekte daha ziyade demokratik bir cumhuriyet oluşturulacak ve Cumhuriyet hiçbir surette, Batı cumhuriyetleri esaslarından farklı olmayacak...”.

(24 Eylül 1923)

Ve canlarım...

29 Ekim 1923 tarihi:

Padişahlar, sultanlar ve halifeler tarafından “kul” olarak tanımlanan fukara Müslüman kanlarıyla fethedilmiş o toprakların:

Vatan...

O vatanı yönetmek için oluşturulan “Devlet” isimli organizasyonun sahibinin:

Millet...

Milleti oluşturan her kişinin ise önce:

“Birey...”.

Sonra da:

“Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı” olduğunun tesciliydi...

Gazi Mareşal Mustafa Kemal cumhuriyetin ilânıyla beraber:

Dünya tarihinde eşine benzerine rastlanmayan...

Akıl ve yürek isteyen devrimleri uygulamaya koydu...

Milletin insanî gelişmişlik düzeyini:

Ekonomideki büyümeyle eş zamanlı olarak gerçekleştirdi...

Bugün, anlayış olarak 100 yılın gerisine düştüğümüz gerçeği içinizi acıtmasın...

Sabrınızı da taşırmasın...

20 seneyi aşkın bir ara dönem yaşadık...

Ancak...

100 yıllık tarihimizde zaman zaman benzer felâket dönemlerinden geçtik...

Ancak hepsinden:

Ulusal birlik ve bütünlüğümüzle...

Ve:

Demokratik, laik, sosyal hukuk devletimizi ayakta tutarak çıktığımızı da:

Unutmayın...

Yaşasın demokratik Cumhuriyet...

ZAFİYET OLARAK ALGILANIYOR...

Az gelişmiş ülkelerin iktidar siyasetçileri:

Hukukun üstünlüğü ilkesine düşmandır...

Halka:

Kendi hukukunun güçlü olduğu fikrini dayatır...

Neden?..

Sandıktan çıktı ya:

Ondan...

Oysa canlarım...

Sandıkta “en çok oyu alan” siyasetçi eğer...

Yargı (Hukuk) tarafından tescil edilmezse...

Sandıktan çıkmış hıyardan farkı yoktur...

Nitekim:

Sandıktan çıktığı halde yeteri kadar “tercihli oy” alamadığı için mazbatası yargı tarafından iptal edilen siyasetçi sayısı:

Az değildir...

Hukukun üstünlüğü ilkesine inanmayan...

Yargı kararlarına uymayan az gelişmiş ülkelerin iktidar siyasetçileri:

Çok rahat yalan söyler...

Şeffaflıktan kaçınır...

Yanlışını kabul etmez...

Yanlışı için halktan özür dilemez...

Ve en kötüsü:

Sanatın her türünden nefret eder...

Hatta:

“Sanatın içine tükürürüm” demeye de utanmaz...

Çünkü...

Az gelişmiş ülkelerde kamuoyu yoktur...

İnsan yığınları vardır...

Onların ise akıllarına:

Hesap sormak gelmez...

Az gelişmiş ülkelerde şeffaflık ve zarafet:

Zafiyet olarak algılanır...

Doğruyu söylemek ise:

“Aptallıktır...”.

Yanlış yaptığını itiraf edene:

“Salak, saftirik” gözüyle bakılır...

Sözümün özü canlarım...

Az gelişmiş ülkelerde insanî değerler:

Önemsizdir...

Neden mi?..

İnsanî değerler seçimi kazanmaya değil, seçimi kaybetmeye sebep olacağı için elbette...

Çünkü...

Az gelişmiş ülkelerin seçmen çoğunluğu doğru söyleyen politikacıyı değil...

Kendisini:

Allah ve kutsal kitapla aldatan politikacıyı tercih eder...

Günün sözü

“İçtenlik ile nezaket birleşmedikçe ‘zarafet’, yetenek ile çaba birleşmedikçe ‘marifet’ meydana gelmez...”

Dücane Cündioğlu

BİRAZ DAHA SABIR...

  1. Yüzyıl filozoflarından David Hume,

“Ahlâk ilkeleri üzerine bir inceleme” isimli eserinin bir yerinde bakın ne diyordu:

İçimizdeki kurdun ve yılanın yanında, her birimizin yüreğinde, az da olsa:

Biraz yardımseverlik...

İnsanlığa duyulan bir dostluk kıvılcımı...

Bir nebze güvercin özelliği bulunduğu tartışma götürmez...

Bu cömert duyguların çok zayıf olduğunu, bunların bir şeyler uğruna parmağımızı bile kıpırdatmamıza yetmediğini varsayalım...

Yine de bunlar:

Zihnimiz üzerinde belirleyici etki yapabilir ve diğer her etmen eşit olduğunda serinkanlılıkla insanlığa hizmet edebilecek yararlı şeyleri tercih edip, bunları kötücül ve tehlikeli olanların üzerinde tutmamızı sağlayabilir...”.

Canlarım...

Ülkeler, demokratik laik hukuk devleti olmadan önce...

Kötülerden kurtulmak imkânsız gibiydi...

Ancak:

Bir başka kötü...

Ya da bir savaş:

Ezilen halkları kötülerden kurtarıyordu...

Ama...

Bu defa da bir başka kötüye...

Bir Şaha...

Bir padişaha...

Bir krala...

Bir sultana...

Bir halifeye köle yapıyordu...

Günümüzde ise kötülerden sandık yoluyla kurtulabiliyoruz...

Kurtulacağız da:

Biraz daha sabır...

HANİYE NEDEN ŞÜKRETTİ?

Hamas 7 Ekim’de İsrail’i bombaladı...

Binden fazla sivil İsrailliyi öldürdü...

170 sivil İsrailliyi rehin aldı...

Aynı gün Hamas lideri İsmail Haniye:

Şükür namazı kıldı...

İsrail 22 gündür, “çoluk, çocuk, kadın, sivil” demeden:

Gazze’yi bombalıyor...

Ölü sayısı 5.000’i geçti...

Şimdi merak ediyorum:

5000 can gitti...

Gazze yerle bir edildi...

Bu felâketler:

Haniye’nin şükür namazından sonra olduğuna göre:

Haniye acaba neden şükretmişti?..

YÜCE TÜRK MİLLETİ

Atatürk bize bir kere bile:

“Ümmet” demedi...

Çünkü o bir ümmet değil...

Bir “Millet” yarattı...

Ve o nedenle her zaman bizlere:

“Yüce Türk milleti” diye hitap etti.

“Türk” dediği etnik olarak Türk değil...

“Siyasi anlamda” Türk’tü...

Ve...

Elinde, cebinde, evinde T.C. nüfus kâğıdı olan:

Tüm vatandaşlar:

Siyasî tanımıyla:

Türk’tür...

ÖZGÜRLÜK KARAKTERİ

Atatürk, cumhurbaşkanlığı makamının özgürlüğünü elinden aldığını söyledikten sonra:

“Şöyle bastonumu alıp da Çin’i, Hind’i dolaşayım” derdi...

Bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda yalnız kalınca canı çok sıkılmıştı...

Kılıç Ali ve arkadaşları ise başka bir yerde sofra kurmuşlardı...

Nerede olduklarını öğrenince oraya gitti:

Yarı öfkeli, yarı şaka Kılıç Ali’ye şöyle çıkıştı:

“Bravo size... Beni Dolmabahçe’ye tıktınız, kendiniz burada eğlenceye daldınız...”.