Türkiye’de “kaynak yok” cümlesi artık siyasi refleks.
Ne zaman sorulsa; emekliye yok.
Asgari ücretliye yok.
Öğrenciye, kiracıya, borçluya yok.
Ama konu dış politika olunca o olmayan kaynak her seferinde birden bulunuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla Türk Hava Yolları’na ait yaklaşık 12 milyon dolarlık bir uçak, Arnavutluk’a hibe edildi.
Bir ülkeye “hediye”. Jest.
Üstelik bu ilk değil.
Son da olmayacağı belli.
Son yıllarda farklı ülkelere silinen borçlar, yapılan nakit hibeler, sıfır gümrükle sağlanan ticari avantajlar, sağlık hizmetleri, altyapı destekleri derken tablo kabarıyor.
Aynı dönemde Türkiye’de faiz ödemeleri trilyonları buluyor, Kur Korumalı Mevduat’a aktarılan kaynaklar tarih kitaplarına girecek boyuta ulaşıyor.
Soru basit ama rahatsız edici: Kaynak gerçekten yok mu, yoksa öncelik mi farklı?
Bir ülkede asgari ücret, daha açıklandığı gün açlık sınırının altındaysa...
Zamlı maaş daha cebe girmeden eriyorsa...
İnsanlar pazarda meyveyi tane ile alıyorsa...
Emekli de memur da “Geçinememe” paydasında birleştiyse...
O ülkede yapılan her “hibe”, sadece diplomatik bir jest değildir.
Aynı zamanda topluma verilen bir mesajdır.
“Sabret, idare et, katlan... Ama biz dışarıya cömert görünelim.”
Elbette devletler yardım eder.
Elbette diplomasi, bazen parayla yapılır.
Ama içerdeki tablo bu kadar ağırlaşmışken, bu hibelerin topluma anlatılabilir bir karşılığı olmak zorundadır.
Aksi halde ortaya çıkan şey şudur: Uçak Arnavutluk’a gider, faturası da derdi de halka kalır.
Bu yüzden mesele Arnavutluk değil.
Mesele uçak da değil.
Mesele, “kaynak yok” denilen bir ülkede, kaynağın kimler için bulunduğudur.
Ve bu soru soruldukça rahatsız ediyorsa...
Demek ki doğru sorudur.
Kıyamet ertelendi sömürü devam
25 Aralık’ta dünya bir süreliğine Gana’ya kilitlendi.
Sebep savaş ya da bir doğal afet değildi.
Bir “kehanet”ti.
Kendisine “Ebo Nuh” diyen bir papaz, Tanrı’dan mesaj aldığını söyleyerek büyük tufanın başlayacağını ilan etti.
Tarih verdi. Saat verdi.
Üstelik çözüm de sundu: Tufandan kurtulmak için bağış toplayarak yaptığı “gemilere” binmek.
Ve ne oldu?
İnsanlar gitti.
Gerçekten gitti.
Yüzlerce, binlerce insan...
Neredeyse birbirlerini eziyorlardı.
Sosyal medyada paylaşılan görüntülerde, son model lüks araçlarla gelenler bile vardı. Hayatlarını, evlerini, birikimlerini bırakıp sıraya girenler...
Korku, yine akıldan hızlıydı.
Ve takvim yaprakları 26 Aralık’ı gösterdi.
Ne tufan vardı, ne sel.
Dünya yerli yerinde duruyordu.
Bu kez yanlış anlaşılma olmaması için Ganalı Nuh’tan yeni bir açıklama geldi: Kıyamet iptal edilmemişti, sadece ertelenmişti.
Tanrı, biraz daha gemi yapmasını istemişti.
★★★
Bu olay Gana’ya özgü bir “marjinallik” değil.
Hikaye tanıdık. Sadece mekan değişik.
Tarihte korku, her daim en kolay satılan meta oldu.
Bir de dinle, kıyametle, felaketle süslendiğinde etkisi katlandıkça katlandı.
Çünkü çaresizlik, sorgulama refleksini felç eder.
Dünyanın her yerinde, her kriz anında aynı döngü çalışır: Belirsizlik büyür, sahneye bir kurtarıcılar çıkar.
Kimi dinle, kimi ideolojiyle, kimi milliyetçilikle...
Yöntemleri farklıdır ama hepsinin ortak bir noktası vardır:
Korku üzerinden itaat üretmek.
İnsanlara umut değil, tarih verilir.
Çözüm değil, sığınak satılır.
Sorgulama değil, teslimiyet öğütlenir.
Asıl tehlike de tam olarak burada başlar.
Bugün yaşadığımız da bu.
Çünkü mesele tufanın kopmaması değil.
Mesele, insanların buna gerçekten inanmış olması.
★★★
Bugün 27 Aralık.
Gana’da kıyamet kopmadı.
Ama bir şey oldu.
Bir kez daha gördük ki;
Eğitim, refah ve güven duygusu yoksa...
İnsan, en kolay korkuyla yönetiliyor.
Kıyamet ertelendi.
Ama sömürü tam gaz devam ediyor.
Ve bu sadece Gana’nın değil, tüm dünyanın ortak meselesi.