Korkusuz
Ümit Zileli

Kuzey Ege’nin en güzel abisinin anısına...

Şanlıurfa’nın Tülmen Köyü’nde dün, Bekir Coşkun mezarı başında sevgiyle, saygıyla anıldı...

Sevgili eşi Andree, ailesi kabrinin başındaydı. SÖZCÜ’deki fotoğrafın altında “ölümünün ikinci yılında” ibaresini görünce ister istemez irkildim; Bekir Abim’in sonsuzluğa karışmasının üzerinden koskoca iki yıl geçtiğine inanamadım!

Cunda Adası’ndaki evinde Andree’nin şahane yemekleriyle donatılmış masada kahkahalarla kadeh tokuşturduğumuz, Bekir Abim’in, herbiri ölümsüz bir fıkra değerinde anılarını, esprilerini gülmekten kırılarak dinlediğimiz o akşam o kadar yakın, o kadar canlıydı ki halbuki...

Hayat, bu denli kısa mı sahiden?” diye düşündüm; adeta “bir varmış, bir yokmuş” diye başlayan masallardaki gibi... Onun var olmadığı 2 yılı düşündüm sonra; yaşarken ne kadar da uzun, ne kadar da meşakkatli, trajik, dayanılması zor, “bir geçse, bir bitse” diye dua ettiğimiz zamanlardı! Ne kadar kısa olduğunu, göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini yaşadıktan sonra, sevdiklerimizi anarken anlıyorduk şaşkınlıkla...

Onu kaybettiğimizde, ızdırap içinde, “Müjgan’la ağlaşarak” kaleme aldığım yazımdan bir bölümü paylaşmak istiyorum izninizle...

Bir insan bu kadar mı sahici olur!


Bekir Abi ile sonuna dek, sevgi ve saygıyı temel alan dostluğumuz sürdü...

Çok şey öğrendim ondan; doğru olmayı, dirençli olmayı, merhametli olmayı, dik durmanın erdemini...

Yollarımız zorunlu olarak ayrıldığında bile, iletişimi kesmedim... Karşıma çıkan en zor sorularda, en çetrefilli haberlerde, istifa kararlarında onu aradım, danıştım... Gazeteci arkadaşlarla sohbetlerimizde onun adı geçtiğinde aynı şeyi söyledim yıllar boyunca:

-Yahu bir insan bu kadar mı sahici olur!

Konuştuğunda, anlattığında, eleştirdiğinde, içtiğinde, şaka yaptığında, kızdığında, üzüldüğünde, kahkahalar attığında hep “dibine kadar” sahiciydi!

Sonra, o menhus hastalık geldi oturdu akciğerine... Tam 3 yıl boyunca direndi, savaştı, acı çekti ve kaybetti...

-Kuzey Ege’nin en güzel abisini yıldızlara yolcu ettik...

Sevdiğimiz insanları kaybedince anlarız aslında nasıl eksildiğimizi, nasıl yalnızlaştığımızı... Yıllar önce sızısı hâlâ yüreğimde olan bir ölümün ardından anlattığım gibi...

Ölüme dair!..


Biliyor musunuz, ölüm aslında çok yakındır... Bir kalp ağrısı kadar, kırmızı ışıkta geçen bir arabanın fren izi kadar, sinsi bir mayının savuruşu, ateş gibi bir namludan çıkan merminin hızı kadar...

Yaşamla arasındaki çizgi çok incedir çook... O kadar ki; bazen hiç anlamadan geçiverir insan o asla bilemediği, asla göremediği ama hep ayağının ucunda taşıdığı incecik çizgiyi...

Bazen de uzun ince bir yol gibidir; insan bilir sonunda sonsuzluğa teslim olacağını ama direnir, çünkü insandır, çünkü hayat her şeye rağmen güzeldir... Üstelik, kaybedeceğini bile bile direnir...

-Ve her defasında insan kaybeder...

Biliyor musunuz, ölüm, ölmeden de insandan pek çok şey alıp götürür... Her sevdiğiniz, her dostunuz, her insan gibi insan öldüğünde sizden de bir parça ölür gider... Garip bir şekilde eksildiğinizi hissedersiniz...

Çare yoktur, her ölüp giden sizden bir şeyi de beraberinde götürmektedir...

Gün gelir, bir cami avlusunda, bir meyhane köşesinde, bir deniz kenarında ya da taze bir mezarın başında her şeyin ne kadar anlamsız, ne denli boş olduğunu düşünürken yakalarsınız kendinizi...

O an, ne kavga vardır gözünüzde, ne yaşanmış yıllar ne de yaşanacak olanlar... -Öfkeyle karışık bir hüzündür yalnızca varolan...




NOT: Müjgan Farsça’da “Kirpik” demektir. Sevgili Attila İlhan, 1972’de Denizlerin idam edildiğini duyunca Alsancak vapurunda yazmaya başladığı “O Mahur Beste Çalar” şiirinde ağlayarak yazdığını şu dizeyle belirtir:

-O mahur beste çalar, Müjgan’la ben ağlaşırız...