Kadınların üzerinde müthiş bir güzellik baskısı var. İdeal güzellik kalıpları belirleniyor. İnce belli, dolgun göğüslü, sütun bacaklı, ördek dudaklı, çekik gözlü, çizgisiz bir yüz v.s. Estetik cerrahinin gelişmesiyle birlikte inanılmaz bir sektör ortaya çıktı. Bu baskıya dayanamayan, kendini bu prototipin dışında hissedip, özgüvenini kaybeden, bir an önce güzelleşmek isteyen ama mali açıdan da kaliteli merkezlerin kapısından geçemeyenler, merdiven altı mekanlarda geçirdikleri operasyonlarda hayatlarını kaybettiler.

Her şey kendini filtreli görmekle başladı belki de... Şişmanı zayıf yapan, kötü bir cildi bebek gibi gösteren, tek tuşla bir Victoria’s Secret mankenine dönüşebildiğin teknoloji hepimizin telefonunda, bir tık uzağındayken bundan nasıl ayrı kalabiliriz ki?

Yıllar önce bir araştırma okumuştum. Araştırma sonuçlarına göre, 10-15 yaş arasındaki kızların yüzde 80’i, sosyal medyada filtre kullanarak  görünümlerini en az bir kez değiştirdiklerini söylüyordu. Yüzde 69’u, sosyal medyada fotoğrafını paylaşmadan önce filtre veya uygulama kullanarak dış görünümünü değiştiriyor. Her 5 kızdan 1’i, yalnızca fotoğrafları üzerinde oynadığında kendi görünümünü beğeniyor. Düşünün ben bu araştırmayı okuduğumda yıl yanlış hatırlamıyorsam 2021’di. Üzerinden 4 yıl geçti. Ne hale geldiğimiz ortada. Güzellik kadınlar için taşırken hoş ama bir o kadar da ağır bir yük oluverdi, hatta toplum sağlığı sorunu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bunu kadınlara erkekler değil, bence diğer kadınlar yaptı. Etrafınızda vardır, ben sık rastlıyorum.

“Aaaa tatlım, bak şimdiden yaptır kaz ayaklarını, sonra yaptırman işe yaramaz” diyenler mi, göz kapaklarını aldır, gözlerin daha büyük görünür diye tavsiye verenler mi istersin? “Dudakların ruja gelmiyor” dedi geçen biri de anlayamadım, aval aval baktım. Olduğu kadar sürer, çıkarsın, ne gerek var rujun gelmesine...

Bir kere hemen her kültürde nasıl oluyor da hâlâ ‘güzellik’, kadını tanımlamada kullanılan temel ölçütlerin başında geliyor?

Nasıl sadece bunun için yaşamaya başladı kadınlar?

Geçenlerde bir arkadaşıma “Hadi gel Asmalı’ya gidelim, biraz sohbet ederiz” diyecek oldum, cevabını yazıyorum: “Hayatım artık dışarıda yemek, içmek çok pahalı. Onu yiyeceğime 2 kere botoks yaptırırım.”

Yok artık!

Zaten ne konuşacağız artık seninle?

16 yaşında genç bir kadın neden botoks yaptırır mesela, cildi mi sarkmış, kırışmış mı? Hayır, öyle bir baskı var ki, botoksun yoksa sen yoksun. Dolgun kadarsın.

Instagram’da filtrelediğin fotoğrafına ne kadar yaklaşabiliyorsan yaklaş, motto bu mu?

İnsanlar gülemiyor artık, güldüğü belli olmuyor. Kaşı kalkmıyor, dudak kenarı oynamıyor. Sahicilikten uzaklaşıyor.

Bu arada erkeklere de yavaş yavaş sirayet etti durum. Botokslu, dolgulu adamlar çoğalıyor etrafımızda.

Yaşınız vardır, kırışıklıklarınızdan rahatsızsınızdır, ufak dokunuşlarla sorunu çözme yoluna gidersiniz, bunu anlayabilirim.

Ama ifadenizi yok edecek, sizi siz olmaktan çıkaracak, üstelik sizi aynı fabrikadan çıkmış birer robot gibi gösterecek kadar ileri gittiğinizde, yaşınız oldu 55-60 diyelim. O zaman ne yapacaksınız?

Yazık etmeyin kendinize ne olur, özellikle gençler. Hepimiz biriciğiz.

EMEKLİ KİMDİR?

Emekli sizin için hayatının son günlerini yaşayan bir insan demek mi?

Emekli sizin için evde oturması gereken biri mi?

Emekli sizin için tek bir pantolon, kazakla geri kalan ömrünü geçirebilecek kişi mi?

Emekli size göre tatile gitmese de olur mu?

Emekli size göre arkadaşlarıyla en fazla mahallenin parkında bir araya gelse kafi mi?

Emeklinin canı arkadaşlarıyla yemeğe gitmek istedi diyelim, size göre lüks mü?

Yoksa emekli zaten arkadaşları ölmüş, yalnız kalmış kişi mi?

“Şöyle bir emekli olsam da ayağımı uzatıp bir sahil kasabasında, kitabımı okusam” hayalini duydunuz mu?

Sahil kasabasına yerleşmek emekli için çok mu?

Bir kitabın fiyatından haberdar mısınız?

Emekli kim biliyor musunuz?

Yıllarca emek vermiş, dünya standartlarında çalışma süresini doldurmuş, artık biriktirdikleriyle, yatırımlarıyla hayatının ikinci baharını yaşayacak kişi.

Ama Türkiye’de değil.

Türkiye’de emekli, ölmeden mezara konan kişi…

Tecrübesi yok sayılan, çöpe atılan kişi…

Sosyal güvenlik sistemine yük…

Dışarıda çay içmesi bile düşünülemeyecek biri.

Yapmayın, bu insanlar bunu hak etmiyor.

Çok çalıştılar, çok yoruldular, baharı görmeyi hayal ettiler.

Yapmayın.

Parasıyla bile kursa almadılar

Bugün ‘Apolitik’ soruları CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut yanıtladı. Bulut’a ‘herhangi bir enstrüman çalıyor musunuz’ diye sordum, parasıyla bile kursa alınmadığını anlattı.

- Güne başlarken bir ritüeliniz var mı?

Son zamanlara sabah gözümü açtığımda acaba hangi şehirdeyim diye etrafıma bir bakınır oldum. Tabii uyandığımda ilk işim gazetelerin manşetlerine bakmak, köşe yazıları, danışmanlarımın gönderdiği kısa güncel bilgi notlarını iPad’ten okumak.

Burhanettin Bulut, bu fotoğrafta henüz 20’li yaşlarının başındaki babasıyla. Kendisi de 1.5 yaşında. 

- En son hangi kitabı okudunuz?

Epeydir kitap okuyamadığımı fark edince onun eksiğini gidermek niyetine Storytel yükledim. Şimdi yolculuklarda sesli kitap dinliyorum. Lisede okuduğum Yaşar Kemal’in İnce Memed’ine tekrar başladım. Yaşar Kemal’in her bir romanı destan gibi, defalarca okunası.

- En son hangi filmi izlediniz?

Watch No. 24

- En sevdiğiniz ses ne sesi?

Çok ses var. Kuş sesi, keman sesi ama en sevmediğim ses gürültülü insan sesi. 

- En çok dinlediğiniz üç şarkı?

Ezginin Günlüğü’nden ‘Aşk Bitti’, Manuş Baba’dan ‘İki Gözümün Çiçeği’, Ahmet Kaya’dan ‘Kum Gibi’.

- Türkiye bir şarkı olsa hangisi olurdu?

Siyasi bakınca tek şarkıya sığmaz, hepsi birden olsun desen şarkının şarkılık hali kalmaz. Ama Türkiye ve şarkı ikisi aynı anda ise daha çok Anadolu diye hissederim. Türkü çağrıştırır elbette. Ozanlarımızın deyişleri...

- Aşka inanır mısınız?

Elbette inanıyorum.

- Kırmızıçizginiz nedir?

Ailem, sevdiklerim, dostlarım.

- En sevdiğiniz yemek?

Bir Adanalı olarak tabii ki Adana kebap :)

- Asla yemem dediğiniz bir şey var mı?

Asla asla dememek lazım. Yemek konusunda aslam yok.

- Sizi ne heyecanlandırır?

Üretmek, yenilik getirmek, gelişmek, geliştirmek.

- Yağmur mu, güneş mi?

Adanalı’yız. Güneşe çok laf ederiz ama vazgeçmeyiz de.

- Güz mü, ilkbahar mı?

Yaza daha yakın olanı seviyorum.

- İnsanlarda en sevmediğiniz üç hareket?

Çok konuşmak, boş konuşmak, yalan konuşmak.

- Geçmişe dönerek birine bir şey söyleme şansınız olsa kime, ne söylersiniz?

Sanırım tüketmeden, son söz söylemeden birini ardımda bırakmadım.

- Size şu anda telefonsuz üç gün verseler ne yaparsınız?

Çok net, dayanamam!

- Yeniden dünyaya geldiniz ve seçme şansınız var, kim olmak istersiniz?

Halimden memnunum. Keşke şunun yerinde olsaydım gibi bir düşüncem olmadı.

- Herhangi bir enstrüman çalar mısınız?

Flüt bile çalamam. Ücretli kurs için bile reddedildim. Parasıyla bile kursa almadılar. 

- Kaç yaşına kadar yaşamayı dilersiniz?

Sağlıklı olabildiğince...

VALLAHİ DİNLİYOR BİLLAHİ DİNLİYOR!

Apple, iPhone kullananların konuşmalarını dinlemek için sanal asistanı Siri’yi kullandığı suçlamasıyla açılan davada 95 milyon dolar (3 milyar 360 milyon TL) ödemeyi kabul etti. Dava, tüketiciler tarafından ABD’nin Oakland kentindeki bir mahkemede beş yıl önce açıldı. Apple  şirketi, 10 yıldır  sanal asistanı  Siri’yi “gizlice etkinleştirerek”  iPhone  telefonlar ve Siri’yle donatılmış diğer cihazlarla kullanıcıları dinlemekle suçlandı. Davada, Siri’nin konuşmaları kaydettiği, kaydedilen görüşmelerden bazılarının ürünlerin tüketicilere satılması için reklam verenlerle paylaşıldığı iddia edildi. Sonuç açıklandı, ceza ödenmesine karar verildi.

Siz de fark ediyorsunuzdur... En son iki gün önce eve koltuk bakmak için internete girdim. Ertesi gün e-posta adresime onlarca koltuk reklamı gelmişti. Şimdi yapay zekâ falan diyeceksiniz, biliyorum. Ama ben bu telefonlar, yapay zekâlar, Siri’ler, restoranda sipariş alan, ev işi yapan, ameliyata giren robotlar, Devlet Bahçeli’nin ‘nereye varmak istemektedir’ diye sorduğu ve bu sorunun cevabını hâlâ alamadığımız robot Sophia’dan falan acayip korkuyorum. Bu korkumu paylaştığımda ‘delirme’ diyenlere de bu mahkeme kararını göndermeyi görev bilirim.