Kitap satın alırken, bağımlısı olduğumuz yazarlara ait olması kadar, tasarımı da dikkat çekiyor. Bir kitapçıya giriyorsunuz ve yeni çıkanlarda bir kitapla göz göze geliyorsunuz. Adeta “Bana dokun, beni al, götür” diyor. Peki sizi böylesine çeken tasarımcıları merak ediyor musunuz?
İşte Gazeteci Aslı Atasoy, “Kitabın Rüyası” adını taşıyan belgeselinde dünyanın en çok kitap kapağı tasarlayan ismi sanatçı Birol Bayram’ın hikâyesini anlatıyor. Birol Bayram, 26 yılda yaklaşık 6 bin kitap kapağı üretmiş. Bu da aslında yapay zeka hesaplamalarına göre 63 milyon okura ulaşması, 630 bin evde yer alması demek. Adeta bir kültür inşası...
Belgeselin yönetmeni de olan gazeteci Aslı Atasoy, “Bu film, görünmeyen bir sanatın, kendisini saklamış bir sanatçının izini sürüyor. Birol Bayram, 26 yıl boyunca 6 bin kitabın kapağını tasarlayarak aslında her bir okuyucunun belleğinde iz bıraktı. Benim için bu belgeselin iddiası, ‘bakmak’ ve ‘görmek’ arasındaki o derin uçurumu göstermek. Bir kitabın kapağında gördüğünüz tasarım, aslında onu üreten sanatçının iç dünyasının bir yansıması. Bu sadece bir sanatçının öyküsü değil; aynı zamanda benim de bir kadın yönetmen olarak kendi ‘görme’ serüvenimin izini sürdüğüm bir film” diyor.
Aslı Atasoy, soru soran bir gazeteci olarak şahane bir işe imza atmış.
Kitabın Rüyası’nda ayrıca Ahmet Ümit, Zeynep Atakan, Yekta Kopan, Mehmet Y. Yılmaz, Gürbüz Doğan Ekşioğlu, Horasan, Selçuk Altun, Sevengül Sönmez, Tibet Sanlıman ve Gamze Varım da kendi kişisel hikâyelerinden yola çıkarak kitap kapakları ile olan ilişkilerini anlatıyor.
Birol Bayram’ın sanatına odaklanan belgeselde karikatürist, illüstratör ve çizer kimliğiyle sanat dünyasında çok yönlü çalışmaları da yer alıyor. Bayram, belki de dünyanın en fazla kitap kapağı tasarlayan sanatçılarından biri olarak biliniyor. Edebiyat ve sanat dünyasında kalıcı bir etki yaratan sanatçı, uzun yıllardır Türkiye’nin en büyük yayınevlerinden birinde görsel sanat yönetmeni olarak görev yapıyor. Filmin görüntü yönetmeni Hakan Kasırga, müzik Eren Kazım Akay, ses tasarımı Ender Akay, renk editörü Cenk Erol ve kurgusu Nehircan Atabek, Oğuz Ok, Yusuf Elifbaş imzasını taşıyor.
Bugün özel gösterimini Atlas 1948 Sineması’nda yapacak olan ‘Kitabın Rüyası’ daha sonra festival yolculuğuna çıkacak.
TÜRKİYE BİR ŞARKI OLSA ‘BEN SANA MECBURUM’ OLURDU
Bugün ‘Apolitik’ soruları TBMM Başkanvekili Gülizar Biçer Karaca yanıtladı.
Güne başlarken bir ritüeliniz var mı?
Bazen alarmdan önce uyanırım. Bedenim değil, alarm değil; vicdanım, aklım kaldırır beni. Gözümü açar açmaz su içerim, sonra derin bir nefes... Günün tüm programını aklımdan geçirip, eksik bir şey olup olmadığını düşünürüm; günü o an kısaca yaşar, olasılıkları düşünürüm...
En son hangi kitabı okudunuz?
Tanıl Bora’nın ‘Demirel’ kitabını okudum; ama her gün okuduğum bir kitap daha var: Anayasa. Çünkü bazı kitaplar her gün yeniden okunmalı.
En son hangi filmi izlediniz?
Bir belgesel izledim en son: Navalny. Hakikatin hayatta kalma savaşı beni hep çeker. Hiç yabancı gelmedi.
En sevdiğiniz ses ne sesi?
Bu değişiyor. Bazen doğadan bir ses, bazen bir müzik aleti, bazen bir çocuğun, ailemin bir aradalığının sesi... Ama galiba annelerin sesi demem gerekiyor. Bir annenin adalet arayan sesi... Beni en çok o ses yürütür.
En çok dinlediğiniz üç şarkı?
Zülfü Livaneli – Yiğidim Aslanım, Fikret Kızılok – Güzel Ne Güzel Olmuşsun, Selda Bağcan – Yaz Gazeteci Yaz.
Türkiye bir şarkı olsa hangisi olurdu?
“Ben Sana Mecburum” olurdu galiba... Tüm yaralarına rağmen, bu ülkeyi sevmekten hiç vazgeçemedim, vazgeçmem.
Aşka inanır mısınız?
İnanmak ne kelime... Neşet Ertaş diyor ya hani; “Sevda olmasaydı da/ Gönüle dolmasaydı/ Dünya neye yarardı da/ Güzeli olmasaydı” diye... Bu sözün üzerine inanmamak olmaz elbette... Ama aşk, yalnızca bir kişiye değil; insanlığa, doğaya ve hakikate de duyulabilir bence... Evet, inanırım; hatta inanmaktan fazlası...
Kırmızı çizginiz nedir?
Bu soruya iki cevabım olsun izninizle. İlk kırmızı çizgim: Adaletsizlik. Kimden gelirse gelsin, hep karşısındayım, hep ama... İkincisi: Bir annenin yasını küçümseyen dil. O eşiği geçen herkesle yollarım ayrılır.
En sevdiğiniz yemek?
Bu soruda da bir tane “en” yok bende... İlki Denizli usulü kuru patlıcan dolması. Hem memleket, hem çocukluğum kokar. İkincisi tarlada çalışan kadınların gölgelikte yediği domatesli bulgur pilavı. Sadece lezzet değil, hafıza da taşır benim için...
Asla yemem dediğiniz bir şey var mı?
Hak; midem de, vicdanım da kaldırmaz.
Sizi ne heyecanlandırır?
Bir kız çocuğunun “Ben de avukat olacağım” demesi. Umut o anda ete kemiğe bürünür benim için. Onda kendimi görürüm.
Yağmur mu, güneş mi?
Yağmur. Temizler, arındırır, yeşertir. Direniş gibi...
Güz mü, ilkbahar mı?
İlkbahar. Tıpkı halkın iradesi gibi: Bazen geç gelir ama mutlaka gelir.
İnsanlarda en sevmediğiniz üç hareket?
Güçlünün yanında hizalanmak. vicdansız bir gülümseme, sessiz kalıp sonra “ben demiştim” demek.
Geçmişe dönerek birine bir şey söyleme şansınız olsa kime, ne söylersiniz?
Anneme: “Sana söylediğim hayalimi gerçekleştirdim, şimdi sen gururla gül.”
Size şu anda telefonsuz üç gün verseler ne yaparsınız?
Bir Anadolu köyünde kadınlarla sohbet eder, onların hikâyelerini yazarım. Telefon susunca kalbin sesi daha net gelir.
Yeniden dünyaya geldiniz ve seçme şansınız var, kim olmak istersiniz?
Yine kendim. Zor bir hayatı, başı dik yürüyerek yaşamış herhangi bir Anadolu kadını olarak görürüm kendimi. Ama bu kez daha erken yaşta toplumsal mücadeleye başlamak isterdim.
Herhangi bir enstrüman çalar mısınız?
En iyi kullandığım enstrüman kalem. Bazen bir yasa teklifinde, bazen bir dilekçede... Onunla insan hayatına dokunurum. Onunla, sözcüklerle çalıyorum: Yasayla, hakla, hukukla...
Kaç yaşına kadar yaşamayı dilersiniz?
Esasen bu ülkenin hiçbir çocuğu yatağa aç girmediği gün, ömrüm tam olur. Sayıdan çok anlam isterim. Bir de şunu söylemek isterim: Sözlerimin arkamdan değil, önümden yürüdüğü bir zamanı görene kadar. Gerisi yaş değil, mücadeledir. Sonrası ömür değil, ödüldür.
ÜNİVERSİTELER NASIL KURTULUR?
Türkiye’nin en prestijli üniversitelerinden Boğaziçi Üniversitesi her gün farklı bir başlıkla gündeme geliyor. Beş yılı aşkın süredir rektörün seçim yerine atamayla göreve gelmesinin protesto edildiği üniversite bugünlerde İslam Araştırmaları Kulübü’nün ‘din adamı’ Nureddin Yıldız’ı etkinlik için kampüse davet etmesiyle ilgili haberlere konu oldu. Çocuk istismarını meşrulaştırdığı, kadına şiddeti normal gördüğü için protestolara sebep olan bu etkinlik sonrasında yine öğrenciler gözaltına alındı. Başımızın üzerinde taşımamız gereken akademisyenler ve öğrencilerin yıllardır neler çektiğini hepimiz biliyoruz.
İşte bu ortamda Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri ve Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED) iş birliğiyle “Değişim Arifesinde Üniversite” etkinliği düzenlendi. Moderatörlüğünü Prof. Dr. Betül Tanbay’ın yaptığı ‘Yükseköğretimi Yeniden Yapılandırmak’ başlıklı panelde şu başlıklar öne çıktı.
Yasama organı, bilim özgürlüğünü ve üniversite bileşenlerinin katılımını esas alan bir düzenlemeyi gecikmeden yapmalıdır.
Üniversite yönetim modeli, sadece akademisyenlerle sınırlı olmayan, tüm bileşenleri ile birlikte planlanan ve yönetilen, bağımsız davranabilmeyi ve dış baskılardan etkilenmemeyi garanti altına alan, akademik olarak özgür ve özerk bir forma sahip olmalıdır.
Meclisteki siyasi partiler 4 Haziran’dan önce bir kanun teklifi vererek rektör belirleme sürecindeki sorunların üzerine eğilebilir.
Karar süreçlerinde öğrencilerle istişare edilmeli.
Sağlıklı bir üniversite yapısı için idari personelin temsiliyeti güçlendirilmeli, liyakat esas alınmalı ve kurullar daha işlevsel hale getirilmeli.
Rolü yalnızca dönemdaşları bir araya getirmek değil, üniversitenin değerlerini korumak ve geleceğe aktarmak olan mezun derneklerinin güçlü bir öz denetim rolü üstlenmesi gerekir.
Etkinlikte, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Nuri Aslan da bir konuşma yaptı ve “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız Ekrem İmamoğlu’nun hukuksuzca tutuklanmasının ardından üniversitelerden yükselen ses, Türkiye’nin değişim iradesinin en güçlü göstergesidir. Dünya için bir dönüşüm noktasındayız. Bu kez aydınlanmanın başlangıç noktası Avrupa yerine Türkiye olabilir” dedi.
Üniversitelerin tüm bileşenlerinin sesi duyulmalı, sözüne değer verilmeli ve Türkiye’nin kıymetli kurumları yok edilmemeli.
Vasatlık, onların yok edildiği noktada başlıyor çünkü.