Cumhurbaşkanı Erdoğan grup toplantısında konuştu.
Aylık %0,87 gelen enflasyon verisinden memnundu.

“Rakamlar elbette önemlidir; ama asıl olan 86 milyonun düşüncesi, kanaatidir. Esnafın, tüccarın, emeklinin, emekçinin ne dediğidir.” dedi.
Ardından “Biz sadece oranlara bakmıyoruz; çarşıya, pazara, esnafa, sanayi bölgelerine kulak veriyoruz.” diye ekledi.

Madem öyle...
Biz de bugün bu köşede tam olarak bunu yapalım.
Rakamları bir kenara bırakıp, emekliye ve emekçiye kulak verelim.
Çünkü ülkenin gerçek enflasyonu, TÜİK’in grafiklerinde değil, insanların sesinde, nefesinde, yükünü taşıyamadığı hayat pahalılığında saklı.

Son birkaç günde yaptığımız haberlerden küçük bir derleme bırakıyorum buraya.
Söz bugün mikrofon uzattığımız yurttaşlarda olsun.
Çünkü söyledikleri de kırgınlıkları da ortak.

Bir emekli...
25 bin lira kira veriyorum. En düşük emekli maaşını alıyorum. Simit satmasam geçinemiyorum” diye anlatıyor hayatını.

Bir diğeri açlıktan bahsediyor, sesi titreyerek soruyor: Acaba TÜİK Mars’ta mı yaşıyor?

Başka biri üç aydır sıcak yemek yiyememiş.
Bir çorba bile içemiyorum, çok pahalı” diyor.

Bir başkası, yoksulluğu kıyafetinden tarif ediyor.
Çorap alsam ayakkabı alamıyorum, ayakkabı alsam pantolon alamıyorum. Pantolonlarımı yamalı giyiyorum, çünkü gücüm yetmiyor.

Ve devam ediyorlar...

Emekli yoksullaştı, her yıl bir öncekini aratıyor.

Emekli olunca gezerim, hayatımı yaşarım, tatil yaparım diyordum; şimdi hayal bile edemiyorum.

Pahalılıktan gözümüz hiçbir şey görmüyor.

Eşimden kalan emekli maaşı var, anca doğalgazı ödüyorum.

Kilosu 200 liraya barbunya mı olur?

30 sene devlete hizmet ettim, şimdi çöpe atılacakları topluyorum.

Ekmek eskiden aslanın midesindeydi; şimdi bağırsağında arıyoruz.

Kısacası...

Türkiye’de enflasyon öyle kağıt üzerindeki gibi %0,87 değil.
Türkiye’de enflasyon, insanların cümlelerinde.

Gerçek enflasyon insanların yürüyüşündeki ağırlıkta.

Her gün biraz daha eksilen yaşamlarında.

Boşalan sofrada.

Küçülen porsiyonda.

Kasada sessizce kenara bırakılan o son üründe.

Adımlar hızlanarak geçilen oyuncakçının vitrininde.

Ötelenmiş hayallerde.  

Ertelenen planlarda.

Çünkü enflasyon sadece sözlükteki tanımı gibi “fiyatların artış hızı” değil...

Hayatın daralması.

Ve bu ülkede bir şey düşüyorsa, o enflasyon değil...

İnsanların yaşam kalitesi.

“Reddetmenin” dayanılmaz hafifliği

Son 4-5 yılda haber yazarken en çok hangi cümleyi kullandın diye sorsanız hiç düşünmeden cevap veririm: AKP ve MHP oylarıyla reddedildi!

CHP’nin önerisi... AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

İYİ Parti’nin önerisi... AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

DEM Parti’nin önerisi... AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Ya da bazen ortak öneriler... Yine reddedildi.

Bu ülkede artık teklifin içeriğinin, amacının, kapsamının, hatta kime fayda sağladığının bir önemi yok.

Eğer teklifi AKP ya da MHP getirmediyse, kaderi belli: Reddedildi.

“Ne olduğu önemli değil” derken abartmadığımı göstereyim.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, İBB davalarının TRT’den canlı yayınlanmasını istedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Bahçeli böyle dediyse gayet güzel bir takdirdir” diyerek destekledi.

Peki ne oldu?

İmamoğlu’nun da sanık olduğu siyasi davaların TRT’den yayınlanmasına dair teklif, AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Biraz daha geriye gidelim...

Kadına yönelik şiddetin nedenlerinin araştırılması önerisi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Birkaç hafta öncesi...

Rojin Kabaiş’in şüpheli ölümünün araştırılması önerisi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Gıda zehirlenmeleri araştırılsın önergesi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Küresel Sumud Filosu’na İsrail tarafından yapılan ihlallerin araştırılması için verilen teklif AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Metan gazı sonucunda şehit olan 12 askere ilişkin olarak ihmallerin araştırılmasına dair sunulan önerge AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Öğrencilere bir öğün ücretsiz yemek verilmesine ilişkin kanun teklifi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Liste uzadıkça uzuyor.

Bu tablo artık bir yasama pratiği değil; bir alışkanlık.

Fakat bu refleks sadece muhalefetin sesini kısmıyor; aynı zamanda toplumun talebini, acısını, ihtiyacını da otomatik olarak susturuyor.

Meclis’in görevi denetlemek, araştırmak, çözüm üretmek olmalıydı.

Ancak bugün geldiğimiz noktada Meclis, çözüm arayanların değil, çözümü reddedenlerin alanına dönüşmüş durumda. Oysa ki, reddedilen sadece teklifler değil...
Reddedilen, memleketin ta kendisi.