Korkusuz
Ümit Zileli

“Ben neden Puşkin’i yazdım?”

Başlıktaki soruyu üç hafta önce Cumhuriyet Pazar ekinde gördüm...

Hem başlık ilgimi çekmişti hem de yazarı çok sevdiğim bir büyük şairdi... Sonra gündelik yoğunluk ve karmaşa arasında unuttum; halbuki masamın üzerinde, gözümün önündeydi! Önceki gün, yine bir pazar günü aniden gözüme çarptı; oturup okudum bu “büyük dersler” içeren makaleyi... İç sayfadaki makalenin başlığı ise şöyleydi:

-Puşkin’in “Öğüt”ü

Büyük şair, şöyle diyordu makalesinin başında:

-Puşkin üzerine çok yazdım. Daha da yazarım. Doktora tezimin başlığı da “Rus Edebiyatında Puşkin Gerçekliği”dir...

Şair, Rus edebiyatının ve Rus dilinin babası olarak gösterilen Puşkin hakkında yazmaya en yetkili kalemlerin başında geliyordu çünkü bütün roman ve öykülerini, şiirlerinden bir seçkiyi üstelik orijinal dilinden çeviren kişiydi o...

-Sevgili Ataol Behramoğlu’ndan söz ediyorum!

Aleksandr Puşkin daha en başından büyük ilgi ve hayranlığını çekmişti. 1799-1836 yılları arasında, yalnızca 37 yıllık bir ömre akıl almaz başyapıtlar sığdırmış, Çar 2. Nikola’nın kişisel baskısı, sansürün amansız takibi ve her türlü karanlık, çirkin saldırı altında geçen kısacık ömrü, Nikola’nın bir subayı ile yaptığı bir komplo düelloda sona ermişti!

Bu makalede Behramoğlu, Puşkin’in “Öğüt” adlı şiirine odaklanmıştı. Hiciv ya da yergi şiirinin seçkin örneklerinden biriydi “Öğüt!” İçeriği, hele o devirde yenilir yutulur gibi değildi:

-O baskı döneminde kendisine sövgüler yağdıran yandaş, çapsız, uşak gazetecileri hedef alıyordu!

O karanlığın ötesinde miyiz?!.


Önce şiiri paylaşmalıyım:

-Keneler ve sivrisinekler/ Çevrende uçuştuğunda gazete kalabalığıyla/ Boşuna kafa yorma, harcama ince sözler/ karşı koyma bu küstah gürültüye ve çığırtkanlığa/ Çünkü mantık da üslup da sevgili dost/ Bu inatçı sürüye boyun eğdiremez/ Kızmak da boş fakat kaldır elini ansızın/ Ve şimşek gibi bir yergiyle onları ez.

Şair, “Bu yazıyı niye mi yazdım?” diye soruyor makalenin sonunda ve yanıtlıyor. Ben de anlatabilirdim ama onun kaleminden, bir surata çarpan boş bir eldiven kadar yankılı bir ses getiriyor:

-Değer verdiğim bir arkadaşımın yönettiği bir TV programında biz sanatçılara saldıran sürüsüne bereket yandaş bir paçavranın sövgülerine karşı ne yapılabileceğini konuşuyorduk. Puşkin’i örnek verip şiirini okuduğumda ortalığa bomba düşmüş gibi oldu... Hem program yöneticisi arkadaşımın hem katılımcı arkadaşların derin sessizliği ile karşılaşarak doğrusu ya şaşırdım kaldım...

Behramoğlu, yalnızca şaşırmamış, üzülmüştü de... Ve bu ruh halini makalesinin son satırlarına şöyle yansıtmıştı:

-Sonrasında da yoksa 19. yüzyıl şairinin gerisine mi düştük ve yoksa Çar 2. Nikola’nın despot yönetiminin de ötesinde bir karanlıkta mıyız diye düşünmekten kendimi alamadım...

Karanlığı kendi ellerimizle mi yaratıyoruz yoksa?!.


Sevgili Ataol’un sorusu çok yerinde aslında...

İnsanlar, kendi yarattıkları korkunun esareti altına girmekte çok mahirdir! Üstelik çok kolaydır da! Ve bu sürgit asırlardır biteviye devam eder... Düşünce, yüzyıllar da geçse aşağı yukarı aynıdır:

-Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!

Öyle ya, geçmişte krala, otokrata, padişaha, günümüzde diktatöre, zalime başkaldıracaksın da ne olacak? Başın göğe mi erecek? Sus, görünmez ol, “azıcık aşım, kaygısız başım” de ve yaşamını sürdür!

İnsanlar binlerce yıl bu ikilemin pençesinde yaşadı ve yaşamayı sürdürüyor... Her türlü zillete rağmen sürdürmeyi düşündüğü yaşamın artık kendisine, ailesine ait olmadığını bile kavramaktan acizleşiyor!

-İhanetlerin, soysuzlukların, güçlünün önünde el etek öpmenin tarihinde bu korku yatar!

Toplumlar da böyledir! Korkak ve yılgın toplumlar en kolay elde edilen ve güdülen toplumlar olarak geçer Tarih Babanın kara kaplı kitabında. Kazanan toplumlar, korkuya hükmetmesini bilen toplumlardır... O toplumları da cesur insanlar oluşturur!

-Korku, senin hükmün altındayken faydalı, sana hükmettiği zaman da yok edicidir!