İzmir’e uçak bileti aldım: 1000 lira.
Uçaktan indim, karnım acıktı; yemek, içecek: 1000 lira
Taksiye bindim, havalimanından otele: 1000 lira.
1000 lira... Yazıyla bin Türk Lirası...
Birkaç yıl önce bankamatikten çektiğimde cüzdanımda bir arada tutmaya çekindiğim bir meblağ.
Şimdi ise cüzdanı eline almanın “gelişi” o kadar.
Cüzdanı açtığın anda hop, uçup gidiyor.
Her şey 1000 lira.
Ama baktığında aslında hiçbir şey ...
Markete gidiyorsun: Bir kilo pirinç, bir kavanoz salça, bir litre zeytinyağı, 32’li tuvalet kâğıdı... Topladın mı, 1000 lira.
Kahvaltı masası kurmak istedin diyelim: Domates, salatalık, zeytin, beyaz peynir... Birazcık lüks olsun diye sucuk da ekledin. Hop yine 1000 lira.
Sanki hayatımızın yeni ortak paydası bu rakam.
Uçağa binsen 1000, pazara gitsen 1000, masaya otursan 1000.
Ama işin acı tarafı şu: Ülkede “1000 lira” diye bir banknot bile yok.
En büyük kağıt para hala 200 lira.
Yani günlük hayat, basılmamış bir paranın gölgesinde akıyor.
Cüzdanda beş tane 200’lük bir araya geliyor, göz açıp kapayıncaya kadar buharlaşıyor.
1000 lira artık ne büyük para ne de küçük.
Sadece elimizden kayan zamanın, tükenen alım gücünün, sessizce yok edilen emeğin simgesi
Cep telefonu, çeri domates ve Gazze
İsrail ve İsrail’in tartışmalı Başbakanı Netanyahu pervasız tavırları ile birazcık vicdan kırıntısı taşıyan herkesi şoke etmeye devam ediyor.
İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı kara harekatı sürecin son halkası oldu.
Hava operasyonları ile taş taş üstünde kalmamıştı zaten Gazze’de.
“Daha ne olabilir” dediğimiz her gün, bir başka vahşet ekleniyor.
Dünyanın “seyretmeyi” tercih ettiği Netanyahu, bu rahatlığının sebebini ise kameralar karşısında pervasızca anlattı.
ABD’de 50 eyaleti temsilen gelen 250 meclis üyesini ve Dışişleri Bakanı Rubio’yu ağırlayan Netanyahu, gazetecilere dönüp sordu:
“Cep telefonunuz var mı?”
Ve ardından ekledi: “O elinizde tuttuğunuz telefonlar aslında İsrail’in bir parçası. Telefonların, ilaçların, yiyeceklerin çoğu bizden. Çeri domatesi yiyor musunuz? Onların nerede üretildiğini biliyor musunuz? Hepsi İsrail malı.”
Haklıydı: Tam 1 yıl önceye gidelim. 17 Eylül’de Hizbullah üyelerinin çağrı cihazları, ertesi gün ise telsizleri aynı anda patlatıldı.
Yıllara yayılan, filmleri aratmayacak ince planlama ile İsrail ajanları o cihazların pillerine (“bir gün lazım olur” diyerek) üretim aşamasında patlayıcı yerleştirmişti.
42 kişi öldü, 3500 Hizbullah üyesi yaralandı. Birçoğu elini, gözünü, işitme yetisini kaybetti.
Yani Netanyahu’nun gururla bahsettiği “İsrail üretimi” sadece domates ya da teknoloji değil; aynı zamanda insanların elinde patlayabilecek, bedenleri parçalayabilecek bir şiddet mekanizmasıydı...
Onun için “üretim”, hayatı kolaylaştıran değil, hayatı yok edebilecek bir süreçti.
Ve bunu, dünyanın gözüne baka baka övünçle dile getirebiliyordu.
★★★
Asıl mesele de burada gizli zaten. Netanyahu aslında “Bizim ürünlerimiz sizin cebinizde, sofranızda, hatta hastane raflarınızda. Siz bize ne kadar bağımlı olduğunuzu unutmayın” diyor. Yani bu sadece bir övünme değil, aynı zamanda Batı’ya verilmiş bir gözdağı.
Çünkü biliyor. O cep telefonları, o ilaçlar, o teknolojiler üzerinden kurulan ekonomik ve stratejik ağlar, birçok ülkeyi susturuyor.
Uluslararası toplumun sessizliği, işte tam da bu bağımlılığın sonucu.
Vicdan değil, çıkar ilişkileri belirliyor tepkileri.
Netanyahu’nun rahatlığı da buradan geliyor: Ne kadar çok ülkeye dokunursa, o kadar çok sessizlik satın alabileceğini biliyor.
Gazze’de çeri domates değil, bir kuru ekmek bekleyenlerin üzerine bombalar yağarken; cep telefonlarının sesi değil, çocukların çığlıkları sokaklarda yankılanırken, İsrail’in “üretim” kozuna bağımlı dünya, susmayı tercih ediyor.
Çocukların bombalar altında can verdiği, hastanelerin elektriksiz bırakıldığı, temel gıdanın ulaştırılamadığı bir coğrafyada, küresel güçler Netanyahu’nun “çeri domates” şovunu sessizce izlemekle yetiniyor. Sessizlik, bu pervasızlığın en büyük destekçisi haline geliyor.
Halbuki Gazze’de yıkıntıların arasında yaşayanlar için “İsrail üretimi” demek, domates değil, bomba; telefon değil, kesilen iletişim; ilaç değil, vurulan hastaneler demek.
Ve biz şu soruyla baş başa kalıyoruz: İnsanlık, gerçekten domatese ve telefona bu kadar muhtaç mı, yoksa bu bağımlılığın ardına saklanarak suça ortak olmayı daha mı kolay buluyor?