AKP iktidara o meşhur “3Y” ile mücadele vaadiyle gelmişti:
Yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar.
“Yeni Türkiye” söylemiyle çizilen pembe tabloda ülke — iddiaya göre — büyüdü, gelişti, serpildi.
Ama bu 3Y’nin her birinden parça parça yitirildi.
Bir süredir neler olup bittiğini anlamaya çalıştığımız yeni bir dönem başladı:
“En Yeni Türkiye” dönemi.
Bugüne kadar dokunulmayan, iktidara yakınlığıyla da bilinen isimlere art arda İstanbul merkezli operasyonlarla dokunuluyor.
Ve görüyoruz ki, bu ülkede ultra zenginliklerin altını kazıdığımız her yerden irin fışkırıyor.
Suçlamaları okudukça öyle bir noktaya geldik ki, “kara”ya bulaşmadan zenginleşen neredeyse kalmamış gibi hissediyoruz.
Can Holding, Ciner Holding, İstanbul Altın Rafinerisi, Sezgin Baran Korkmaz, Cihan Ekşioğlu gibi isimler...
Şimdi de Merkez Bankası’nın eski yöneticileri.
Bir zamanların prensleri, şimdi cezaevinde.
Tutuklanan birçok ismin AKP’ye, hatta Beştepe’ye kadar uzanan bağlantıları olduğu biliniyor.
Peki, ne oldu da rüzgar tersine döndü?
Ne oldu da düzenin imtiyazlıları, düzenin hedefi haline geldi?
İşte milyon dolarlık soru bu.
Sistemin kurduğu zenginlik düzeni, şimdi kendi zenginlerini yutuyor.
Fakat bu adalet değil, hesaplaşmanın yeni biçimi.
Bu düzeni ayakta tutanlar, ilk kez kendilerine de dokunulabileceğini hissediyor.
Sonrası mı?
Kim bilir...
Belki de bir düzenin en kırılgan anı, artık kendi içindekilerin de korkmaya başladığı andır.
Çünkü sessizlik bozulursa, hiçbir şey eskisi gibi kalmaz.
Çorba yasa, çorba teklif
Emekli maaşlarını düzenleyen ya da hemen herkesin hayatına dokunacak değişikliklerin yer aldığı torba yasaların arasına, limanlarımızı, madenlerimizi, kamusal kaynaklarımızı satan, hayatımızı, geleceğimizi doğrudan olumsuz etkileyecek düzenlemeler sokuşturulur ya...
Biz de alıştık artık: “Torba değil, çorba yasa” deriz.
Bu kez aynı tanım, bir Yargı Paketi için gündemde.
15 yaşındaki evladımız Mattia Ahmet Minguzzi’nin bıçaklanarak öldürülmesi sonrasında, “suça sürüklenen çocuk” meselesini çok daha fazla tartışır olduk.
Ardından mahalleleri parselleyen, çocukları suç işlemeye yönlendiren yeni nesil çeteler; kurşunlamalar, mekanlara el bombası atanlar, hatta işlenen cinayetler çok daha görünür oldu.
Kamuoyu, fail 18 yaşın altında bile olsa suça göre karar verilmesi gerektiği konusunda neredeyse hemfikir hale geldi.
Tam da bu kadar uzlaşma sağlanmışken, iktidar elbette yine boş durmadı.
O düzenlemenin yer aldığı 11. Yargı Paketi’nin içine, klasik formül:
Kamuoyunun onaylayacağı maddelerin arasına çok tartışmalı başka düzenlemeler eklendi.
Açıkça, “Eğer bu konuda bir düzenleme yapılmasını istiyorsan, eşcinsellerin hapse gitmesine izin vermek zorundasın” denildi.
Hayda...
“Bu da nereden çıktı?” desen de dinleyen yok.
Tıpkı mağazada “Takımı bozamıyorum abla” diyen satıcılar gibi...
Ya hep, ya hiç.
Her seferinde aynı yöntem: Bir acıyı öne sürüp, bir kesimi hedefe koymak.
Adalet yine bir torbanın içine kondu.
Ama bu kez torba değil, vicdanın sınırları delindi.
KKTC seçimleri ve “beka” meselesi
Yarın KKTC’de cumhurbaşkanlığı seçimleri var.
Ankara tam teyakkuzda.
Süleyman Soylu, hatta Mesut Özil bile sahada. Ersin Tatar için oy istiyorlar.
Bir ara Özil, seçmenlerin yanında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla arayıp hoparlöre aldı.
“Seçimleri kazanmalıyız” dedi Erdoğan.
“Biz” dediği, Ersin Tatar’dı.
Anlayacağınız, Türkiye bu seçimin doğrudan tarafı.
Nedeniyle ilgili yorumlar çok.
Ancak anlaşılan atılan tüm adımlar yetmedi ki, son virajda kamuoyunda Cübbeli Ahmet olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü de devreye girdi.
Haftalık sohbetini şu başlıkla paylaştı:
“Kıbrıs seçimlerinde Ersin Tatar Bey’in kazanması Türkiye, Suriye, Gazze ve İslam âlemi için hangi yönlerden çok önemli.”
Seçim, artık sadece bir adayın değil, bir hattın seçimi haline gelmiş durumda.
Ve Ankara’nın gözünde bu seçim, “Kıbrıs meselesi” değil, “beka meselesi.”