Korkusuz
Can Ataklı

O yoktu, bu yoktu, o kötüydü bu kötüydü ama yoksa bugünden daha mı mutluyduk?

NOSTALJİ

O yoktu, bu yoktu, o kötüydü bu kötüydü ama yoksa bugünden daha mı mutluyduk?


Kimin yazdığını bilmiyorum.

Ben de sosyal medya gruplarından birinde gördüm.

60 yıl öncesinden başlayarak bugüne süren serüvenden bazıları ilginç, bazıları komik, bazıları hüzünlü, bazılarıysa aptalca kesitler veriliyor.

O günleri yaşayanlar elbette hepsini biliyorlar ama genç neslin hayretle okuyacağını düşünüyorum.

Başlayayım o zaman;

-Develer tellal pireler berber iken, Samsun cigarasının içinden odun çıktığı günlerden.

-İzmir ile İstanbul  arasında alo diyebilmek için santrala adını yazdırıp altı saat beklediğimiz, cep telefonunun sadece Kaptan Kirk tarafından kullanıldığı günlerden.

-Sokaklarda ayı oynatıldığı, kalantorların Murat 124’e bindiği, Anadol’ların inekler tarafından yenildiğine inanılan, salça sürülmüş ekmek dilimi yenilen dönemlerden.

-Mutfak zeminlerinin muşamba kaplandığı, bakır tencere kalaylattığımız, Arap sabunu kokulu zamanlardan.

-Avaremu’yu ezberleyen kızlarımız Raj Kapoor’a hastayken, Ömer henüz turist bile değilken.

-Vahi Öz’e güldüğümüz, zavallı Ayşecik’in zengin babasından habersiz, kötü kalpli üvey anne yanında çileler çektiği, Öztürk Serengil’in n’ayır n’olamazlı yıllarından.

-Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediğimiz, Cem Karaca’nın İzmir Fuarı’nı zangır zangır salladığı, Özay Gönlüm’ün yaren’ini tıngırdattığı, Yerli Elvis Erol Büyükburç’la, kalipso kralı Metin Ersoy’un gazinoları inim inim inlettiği, Cemal Kamacı’nın kroşe patlattığı, Metin Oktay’ın ağları deldiği, “Neil Armstrong ay’a falan ayak basmadı, hepsi Hollywood tezgâhı.” diye iddiaya girilen, kasetleri kapışılan Arif Susam’ın “ooooo Recep bey de burdaymış” diyerek piyano çaldığı günlerden.

-Ümit Besen’in masasının ayağı kırıkken, pantolonların paçası bolken, Kastelli banker iken.

-Muavinli dolmuşçuların Orhancı- Ferdici diye birbirini solladığı arabeskli sabahların, Barış Manço’nun lambaya püf dediği elektrik kesintili  akşamlarında, mum ışığının gölgesinde parmaklarımızı eğip bükerek duvarda tavşan yaptığımız, yün fanilaları soba askısında kuruttuğumuz, Killing okuduğumuz, başka eğlencemiz olmadığı için radyoda arkası yarınlara kulak kesildiğimiz ki, (uyarlayan Çetin Köroğlu, efekt Ertuğrul İmer’dir.) Martin Luther King yaşarken, Sadun Boro’nun Kısmet’iyle dünya turuna çıkmasına heyecanlanıp, Avanak Avni’yle tanıştığımız, Zübük’ün kaleme alındığı, Sütyenin bile nerdeyse porno kabul edildiği, Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrumlu süngerci zannedildiği, otomobillerin arkasına bugün bile hâlâ ne manaya geldiğini bilmediğim STP’lerin yapıştırıldığı, şehirlerarası otobüslerde sigara içildiği, damalı taksiler çağından.

-Keban bile yokken, İbrahim Tatlıses demirciyken, nüfusumuz 40 milyon, Hababam öğrencileri ilkokuldayken, MTA Sismik-1 Hora’nın uzay mekiği muamelesi gördüğü teknoloji fukaralığından.

-Turnike atmayı Beyaz Gölge dizisinden öğrendiğimiz, Doktor Richard Kimble babamızın oğluymuş gibi, şerefsiz Falconetti’ye küfürler ettiğimiz, polisimizi Komiser Kolombo, hukukumuzu Avukat Petroçelli’den ibaret sandığımız, kapı gibi adam McMillan’ın (Rock Hudson) AİDS’ten ölene kadar eşcinsel olduğunu bilmediğimiz hayal kırıklıklarından.

-Kunta Kinte gibi zenci olmadığı halde, Isaura’nın neden köle olduğunu anlayamadığımız, oyun çeviren arkadaşlarımıza “Naber lan Ceyar?” diye seslendiğimiz, saat kurup, sabahın kör karanlığında kalkarak uykulu gözlerle Muhammed Ali’nin maçını seyrettiğimiz, onunla birlikte kelebek gibi uçup arı gibi soktuğumuz masum tiryakiliklerlerden.

-İstanbul’da basılan gazetelerin ülkeye ertesi gün ulaşabildiği, sadece TRT televizyonun var 

olduğu, haberleri Jülide Gülizar’ın, Zafer Cilasun’un, Çetin Çeki’nin okuduğu, bizim ahali akıl edemez diye düşündüklerinden olsa gerek, “Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” diye uyarı yazısı koydukları, necefli maşrapa zavallılığından.

-Çamaşır makineleri merdaneli, Haile Selasiye Habeşistan imparatoruyken.

Ve şimdi dönüp bakıyoruz geriye;

Wi-fi’larımız, iPad’lerimiz, akıllı telefonlarımız, çanak antenlerimiz yoktu ama daha mutluyduk galiba.

ÇOK GÜLDÜM

Pazar için üç “taksi” fıkrası


Malum, son günlerde İstanbul’da taksi konusu çok tartışılıyor.

Saray kendi adayına oy vermeyen İstanbul halkını cezalandırmak için elinden geleni yapıyor.

Örneğin artık yetmeyen taksilerin sayısını artırmak istiyor belediye, saray “olmaz” diyor.

Neyse bugün fazla siyasete dalmayalım, Yıldırım Tuna’dan gelen fıkralarla keyfimizi yapalım.

Yıldırım Tuna bu hafta taksi konusundan yola çıkarak “politik olmayan” üç taksi fıkrası göndermiş.

HAYALET KADIN TAKSİDE!

Tam gece yarısı, taksi şoförü yalnız bir kadın müşteriyi arabasına almış, dışarısı zifiri karanlık, dikiz aynasında kadının araba sokak ışıklarını geçtikçe bir kaybolup bir beliren hayal gibi güzelliğini görmüş ve birden aklına gece çalışan meslektaşlarının anlattığı, şehirlerindeki erkeklere saldıran hayalet kadın hikâyesini  anımsamış ve ciddi olarak endişelenmeye başlamış...

Gidilecek adresi veren kadın yol boyunca donuk bakışlarını ve sessizliğini korumuş, verilen adrese ulaştıklarında adam oranın bir mezarlık olduğunu fark etmiş.

Kadın arabadan inmesiyle birden bire yok olmuş...

Etrafa bakınmış, kadının oturduğu sağ arka kapı açık ve kadın yok...

Heyecandan titrerken bir anda kadın saçı başı dağınık, yüzü gözü kanlar içinde sağ ön kapının camında belirivermiş. Taksi şoförü bayılmak üzereyken kadın kapıyı açıp yavaşça ona doğru eğilmiş,

“Arkadaşım” demiş sinirli bir ses tonuyla, “Bir daha ki sefere dikkat et, müşterini indirirken tam hendeğin dibinde durma..!”

BENDE DE YOK..!

Kadın dolmuşa binmiş, arabada bir de polis var, son durağa yaklaşınca cüzdanının olmadığını fark etmiş ve ilk ışıklarda kapıyı açıp dışarı fırlamış ve kaçmaya başlamış..

Dolmuş şoförü çok sinirlenmiş “Kaçıyor, yakalasana şunu..!” diye bağırmış polise...

Polis hemen kadının peşinden koşmuş, 15 dakikalık kovalamacayla yakalamış onu...

“Teslim oluyorum!” demiş kadın, “Haydi beni karakola götürün..!”

Polis “Saçmalama!” demiş “ Ay sonu ya, baktım bende de beş kuruş kalmamış, beraber yırttık işte..!”

KUZENİMDİR YAPAR!

Taksi şoförü kırmızı ışık yanarken geçince müşterisi “Heyy..! Kırmızıydı..!” diye bağırmış..

“Merak etmeyin... Kuzenim de bu şehirde taksi şoförü, o hep kırmızıda geçer!” diye cevap vermiş şoför.

Müşteri tam koltuğa sırtını dayamış ki bizimki tekrar kırmızı yanarken geçmiş “Yahu bizi öldürmeye niyetlisin herhalde!” diye yerinden zıplamış müşteri..” Boş ver.. Kuzenim  de bu şehirde taksi şoförü, o kırmızı ışığı görünce hep roketler” demiş şoför...

Derken önlerindeki kavşakta yeşil ışık yanınca bizim şoför anında frenlere asılmış ve zar zor durabilmiş, müşteri şaşkın, “Neydi o? Işık yeşil, napıyorsun?..” diye sormuş bağırarak,

“Kuzenim” demiş adam, “Ters taraftan o geliyor olabilir..!”

KOMİK

Heeeyt be, analar ne güçlü kadınlar doğurmuş böyle


Haberi birlikte okuyalım;

“Aralık ayında İstanbul’da düzenlenecek Büyük Kadınlar Dünya Boks Şampiyonası’nın imza töreni gerçekleştirildi. İmza törenine; Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı Hamza Yerlikaya, Uluslararası Boks Birliği (AIBA) Başkanı Umar Kremlev, İstanbul Gençlik ve Spor İl Müdürü Burhanettin Hacıcaferoğlu, AIBA Yönetim Kurulu Üyesi ve Türkiye Boks Federasyonu Başkanı Eyüp Gözgeç katıldı.”

Törende ilgili ve yetkili zevat sanki boks yaparmış gibi yumruklarını sıkıp objektiflere sırıtan çehrelerle poz verdi.



(NOT: Fotoğraf yanlış değil. Kadına hiç değer vermeyen iktidar yetkililerinin adamları sadece kadınların katılacağı bir şampiyonanın imza törenine ‘burada ne işleri varmış’ mantığı ile hiçbir kadına yer vermedi.)

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Bir Hitit duası; Tanrım, beni yavaşlat


Geçenlerde bir arkadaşım “Senin tempona hayranım, ama bir o kadar da üzülüyorum” dedi.

Tabii “Neden?” diye sordum.

“Bazen hayatın keyfini çıkaramıyormuşsun gibi geliyor bana” cevabını verdi.

Ben de “Hiç öyle değil, çok yüksek tempodayım ama hayatı da ıskalamamaya çalışıyorum” dedim.

Arkadaşım, “İyi o zaman” dedikten sonra ekledi; “Bak sana 2000 yıl öncesinden bir Hitit duası vereyim. Oku ve ne kadarını yapabildiğine bak.”

Gerçekten çok hoş bir duaydı. Şimdi sıra sizde, okuyun ve kendinizi sınayın, bakalım ne düşüneceksiniz.

Tanrım, beni yavaşlat

Aklımı sakinleştirerek, kalbimi dinlendir.

Zamanın sonsuzluğunu göstererek, bu telaşlı hızımı dengele.

Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver.

Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.

Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol.

Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret.

Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kedi okşayabilmek için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret.

Hergün bana kaplumbağa ve tavşan masalını anlat.

Hatırlat ki, yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim.

Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.

Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması, yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır.

Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et.

Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlam olarak yükseleyim.

Ve hepsinden önemlisi...

Tanrım bana, değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver.