Korkusuz
Ümit Zileli

Menekşe’den Önce...

Orada, sinema salonunun karanlığında öylece duruyorduk...

Zifiri bir sessizliğin içinde adeta donmuştuk...

Filmin sonunu simgeleyen minnacık sözcükler, siyah perdede birbiri ardına akıp gidiyor, fakat hiçbirimiz kıpırdayamıyorduk...

İzlediğimiz vahşetin, izlediğimiz acının, izlediğimiz vurdumduymazlığın, izlediğimiz insanlıktan çıkmışlığın kareleri bir bir dönüyordu belleğimizde...

-Her kare suçumuzu, her görüntü bugün yaşadığımız “büyük ceza”yı anımsatıyor, ne kadar bencil, ne denli müstahak olduğumuzu haykırıyordu...

Acıyı, dehşeti ve canlarını kaybetmenin yıkıcılığını anlatan o güzel insanların uzun yıllar sonra bile titreyen sesleri, gözyaşları koca bir toplumun nasıl ezildiğini, nasıl ayrıştırıldığını ve nasıl teslim alındığını anlatıyordu aslında...

-Ve biz aslında 2 Temmuz 1993’te, ilerdeki on yıllarımızı da kaybetmiştik...

Ama ne yazık ki, anlamamış, anlayamamıştık...

Yanıp giden canlar!


Bir sabah vakti Sivas’ta başlamıştı vahşet ve katliam...

Başlamıştı diyorum; çünkü hükümetin, askerin, polisin, medyanın ve koca bir ülkenin gözleri önünde tam 8 saat sürmüş, kanırta kanırta gelmiş ve tarihin en alçakça, en gözü dönmüş, en ilkel cürmünü işlemişti...

-33 can, gözlerimizin önünde duman olmuş, kül olmuş, yanıp gitmişti...

“Menekşe’den Önce” işte bu vahşeti anlatıyordu, an be an, saniye saniye... Henüz 15 yaşındaki Menekşe’nin, 17 yıl önce o alevler içinde kavrulan 12 yaşındaki ağabeyi Koray’ı ve o tarihte kendi yaşında olan ablası Menekşe’yi tanıma, annesi Hüsne Kaya ile, 17 yıldır yaşadığı matemi paylaşma çabasının hikayesiydi bu belgesel bir bakıma...

Nevval Oğan Balkız, gencecik bir fidandı o gün... Madımak Oteli’nin bir katında, koridorda yakalanmıştı alev ve dumana... Karanlığın ve ciğerlerini kapkara ele geçiren dumanın içinde yitip gitmişti...

-Uzaktan, çok uzaktan sesler duyuyordum... Gözlerimi açmak için uzun süre savaştım.. Açmayı başardığımda, yoğun bir karanlık ve genzimi yakıp kavuran bir duman bulutu karşıladı beni.. Ellerimin üzerinde doğrulmak istedim ama ellerim yanan halıya yapışmıştı...

Serdar Doğan, karanlığın ve alevlerin içinde kardeşi Serkan’ı arıyor ve sürekli bağırıyordu... Aldığı “ ağabey” karşılığı giderek zayıfladı, sonra hiç duyulmamaya başladı.. Serdar kardeşini hiç bulamadı...

Serdar’ı ise morgda, ölülerin arasında buldular. Eğer son derece zayıf atan nabzını oradaki biri fark etmeseydi kardeşi Serkan’la birlikte ölüme karışıp gidecekti... Kendine gelip, olanları öğrendiğinde yıllar sürecek vicdan azabı gelip küçücük yüreğinin üzerine çöreklendi, bir daha da terk etmedi... Çok uzun süre yaşamış olmaktan bile utanç duydu, ana, babasını görmek, yüzlerine, gözlerine bakmak istemedi..

Kurtulanların hiçbiri yaşadığına sevinemedi... Tümü hep kaybettiklerine, arkadaşlarına, dostlarına ağladı..

-İçlerini kavuran yara hiç ama hiç iyileşmedi...

Müstahak mıyız?


“Menekşe’den Önce” beni 20 yıl sonra bir kez daha çok derinden yaraladı...

Soner Yalçın’ın düşündüğü, yönettiği belgeseldi. Ancak “Odatv Davası” adında bir kumpas nedeniyle Silivri’ye alınınca, yakın arkadaşlarının, dostlarının çabasıyla bitirilen belgeselin son halini bile göremedi.

Sevgili Zeynep Altıok’u gördüm. Bir kez daha izlemeye dayanamayacağını anlayıp fuayede kalmayı tercih etmişti.. Kanal B’nin muhabiri mikrofon uzattı, ne düşündüğümü sordu:

-20 yıl sonra, nasıl bir vahşetin içinden geçtiğimizi adeta dokunacak yakınlıkta hissettim. “Yazıklar olsun bize” diye düşündüm; biz bu kafayı, katliamdan 9 yıl sonra güle oynaya iktidara getiren bir millet olarak, demek ki müstahakız, çok yazık!..

Sonra o gençleri, zalimin önüne dikilen kızlı erkekli o çocukları düşündüm; bir kez daha, hepimize soruyorum.

-Müstahak mıyız???

Ruhumuza kazındı!


Ben o belgeseli hiç unutamadım...

Her 2 Temmuz’da,  “Menekşe’den Öncey’i”, yitip giden canları anımsayıp, içimin yandığını, derimin kavrulduğunu hissettim...

Hep, zamanın Başbakanı Tansu Çiller’in şu sözlerini hatırladım, içim öfkeyle dolarak:

-Çok şükür otelin dışındaki halkımız yangından zarar görmedi!

“Otelin dışındaki halkımız” dediği, gözü dönmüş katliamcılar, vahşete esir olmuş soysuz güruhuydu...

Başka bir zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Sivas Katliamı davasının zaman aşımından düşmesi üzerine söylediği şu sözlerini ise kalbimin en karanlık köşesine gömdüm:

-Milletimiz, ülkemiz için hayırlı olsun!

O vahşetin üzerinden 28 yıl geçti. Acıyı dindirmeyen, tam tersine her geçen gün insan olanın içini paralayan bir koca zaman dilimi... Hâlâ “nasıl geçti” diye soran varsa buyursun, okusun anlasın:

-Eğer yaşadıklarımız kötü bir rüyaysa, rüyanın sonunu da söyleyeyim size. 2 Temmuz 1993 günü annemin gözünde yaş yerine kan vardı. Büyüdü gözündeki kan pıhtısı. Bir gün ayağa da kalkamaz oldu...