Korkusuz
Can Ataklı

Korona bahanesiyle dini bir yaşam biçimi oluşturuluyor

ANALİZ

Korona bahanesiyle dini bir yaşam biçimi oluşturuluyor


Korona nedeniyle sürekli yeni kısıtlamalar! getiriliyor.

Doğal olarak herkes kısıtlamaların olması gerektiğine inanıyor ve durumun kendisini ne kadar etkileyeceğine bakıyor.

Bu kısıtlamalar ilk anda çok iyi niyetli ve gerekli gibi görünse de üzerinde biraz durursak aslında iktidarın yepyeni bir yaşam biçimi oluşturmaya çalıştığını görüyoruz.

Üstelik bu yaşam biçimi tam anlamıyla olmasa da dini bir yaşam biçimini getiriyor ve hatta dayatıyor.

Gelin kısıtlamalara bakalım.

Cumartesi ve pazar günü sokağa çıkma yasağı: Bu yasağın anlamı var mı? Bütün hafta etkili olamayan korona cumartesi pazar günleri mi mesai yapıyor da korunmak için sokağa çıkma yasağı uygulanıyor?

Üstelik bu kısıtlama birkaç zamandır sadece pazar gününü kapsıyordu, bu haftadan itibaren cumartesi günü tekrar kapsama alındı.

Gece saat 21.00’den sonra sokağa çıkma yasağı: Bu yasağın tıbbi açıdan bir önemi ve anlamı var mı acaba? Yoksa bu sayede akşam yemekleri, gece eğlenceleri, içki içilmesi mi engelleniyor?

Son kararlar ise çok manidar.

Geçen yıl Ramazan ayı pek sorun olmamıştı. Koronanın ilk dönemiydi, dünya kasıp kavruluyordu, Kâbe bile kapatılmıştı.

Bu koşullarda camiler kapalıydı, Ramazan’da iftar ve sahur toplantıları yasaklanmıştı, gündüz zaten bütün yiyecek-içecek yerleri kapalıydı.

Ama şimdi tuhaf bir kısıtlama uygulaması açıklandı.

Ramazan’a kadar “pandemi kurallarına uymak ve yüzde 50 kapasite ile çalışmak kaydıyla” lokantalar, kahveler, cafeler açık olacak.

Ancak Ramazan ayında buralar kapatılacak, müşteri alamayacak, arzu eden paket servis yapacak.

Lokantaların ve benzeri yerlerin sürekli kapalı olması salgına karşı bir önlem olabilir ve herkes anlayışla karşılar, ama sadece Ramazan’da kapalı olmaları ne demek?

Bayramla birlikte her yer yeniden açılacak.

Neden?

Bu 100 yıllık bir rüya aslında.

Dinci kesim eskiden olduğu gibi Ramazan ayında yiyecek-içecek mekanlarının tamamen kapatılmasını isterdi hep, bu kez pandemi sayesinde bu amaca ulaşıldı.

Normalde belki de tam kapama yapılması gerekiyor.

Ancak iktidar bunu göze alamıyor.

Ramazan’da kapatıp dinci çevrelerin takdirini kazanmayı hesaplıyor.

Tabii mekan sahipleri “Ramazan’da niye kapatıyorsunuz?” diye bir tepki göstermeye cesaret edemeyecektir, dinci mahalle baskısı nedeniyle.

Ramazan’da da gece soka çıkma yasağı sürecek ama teravih namazları için camilere gitmek serbest.

Buna karşı toplu iftar ve sahur yasak. Yani iftarda ve sahurda bulaşan korona, teravih namazında bulaşmıyor mu?

Bunların hepsini toplayınca çok büyük bir kesime hiç fark ettirmeden dini bir yaşam biçimi dayatılıyor ve alışkanlık yapması sağlanıyor.

Bunun sonucunda bundan sonraki yıllarda korona olsun olmasın Ramazan’da lokantalar kapalı olacaktır, açık kalma saati çok uzun süre 19.00 ile sınırlı tutularak içkili mekanların iş yapması önlenecektir.

Hafta sonu ve gece sokağa çıkma yasakları ile de sosyalleşme engellenmiş ve buna da alıştırılmış olacaktır.

Çaktırmadan değil aslında göstere göstere dini yaşam biçimine geçiriyorlar Türkiye’yi.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

O müthiş tablo şimdi mahkemelik


Elbette Genco Erkal’ı bir kenara koyarım, bugüne kadar Nazım Hikmet’in şiirlerini en güzel okuyan ikinci kişi olarak Serdar Samancıoğlu’nu sayarım.

Nazım’ın şiirlerini o kadar hissederek ve yaşayarak okuyor ki anlatamam.

Dileyen Samancıoğlu’nun Web sitesine girerek şiirleri dinleyebilir.

Serdar Samancıoğlu bir ressam.

Çok sayıda eseri var.

Ama biri var bunların içinde, onu sanıyorum görmeyen kalmamıştır.

Beşiktaş’ın efsane başkanı Süleyman Seba’nın resmini yapmış çok uzun yıllar önce Serdar Samancıoğlu.

Sonra da götürüp armağan etmiş.

[caption id="attachment_6345932" align="alignnone" width="600"] Süleyman Seba[/caption]

Resim çok ünlenmiş.

Serdar Samancıoğlu hiçbir ücret kabul etmediği gibi karşılığında bir hediye de almamış, teklif edileni de geri çevirmiş.

Geçenlerde Akaretler’deki atölye sergisine uğramıştım Samancıoğlu’nun.

Sohbet sırasında bir davadan söz edince meraklanıp sordum

Meğer bu resim nedeniyle Beşiktaş Kulübü’yle davalık olmuş.

“Çünkü” dedi Samancıoğlu “Kulüp yaptığım rahmetli Süleyman Seba’nın resmini artık her yerde kullanıyor, yıllarca bu resim için bir kuruş istemek aklıma gelmedi bu önemli değil ama ticari malların üzerine de bu resmi koyuyor ve satıyor, o halde benim de telif almam gerekir.”

Haklı mı? Elbette sonuna kadar haklı.

[caption id="attachment_6345938" align="alignnone" width="600"] Serdar Samancıoğlu[/caption]

Ancak kulüp telif ödemeye bir türlü yanaşmıyormuş.

Davalık durum bu yüzden.

Beşiktaş neden telif ödemeye yanaşmıyor?

Serdar Samancıoğlu, bu resmi Seba’nın bir fotoğrafına bakarak yapmış, bu durumda telif hakkı doğmazmış.

Pes yani. O zaman şunu sormak gerek kulübe “Madem öyle neden ürünlerin üzerine Seba’nın fotoğrafını değil de fotoğraftan yapılma el emeği bir sanat eseri resmi kullanıyorsunuz?”

Diyorum ki Serdar Samancıoğlu’na sanatçılar, özellikle bu telif hakkı nedeniyle hakları yenen hatta istismar edilen tüm sanatçılar destek vermeli ve kendisini yalnız bırakmamalı.

YENİ ÖĞRENDİM

Halkın Kurtuluşu Partisi’nden yeni suç duyuruları


Son günlerde yaptıkları suç duyuruları ile ilgi çeken Halkın Kurtuluşu Partisi şimdi de Merkez Bankası’nın buhar olan 126 milyar doları için suç duyurusunda bulundu.

Parti avukatları dilekçelerinde ilk bakışta bir ekonomik tercih nedeniyle yapılmış döviz satışı gibi görünse de dikkatli bakıldığında durumun öyle olmadığının görüleceğini ileri sürerek “Kamunun elinden alınmış ve adeta buharlaşmış 126.3 milyar doların olduğu tespit edilecektir. Türkiye bu noktaya, Cumhurbaşkanı, Hazine ve Maliye bakanlarının Merkez Bankası’nı zorlayarak örtülü bir şekilde kamu bankaları aracılığıyla döviz satması nedeniyle gelmiştir. Merkez Bankası’nın rezervlerinin büyük kısmı vatandaşlara veya yerli şirketlere değil, Türkiye’den çıkmak isteyen yabancı yatırımcılara satılmıştır” diyor.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılan suç duyurusunda AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, Hazine ve Maliye eski Bakanı Berat Albayrak, Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan, Merkez Bankası eski başkanları Murat Uysal ve Naci Ağbal hakkında, “Görevi Kötüye Kullanma” ve “İrtikâp” iddiası dile getiriliyor.

MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

Selçuk Bayraktar’a sormak istediklerim var


Dünyanın en büyük Havacılık, Uzay ve Teknoloji Festivali olarak sunulan Teknofest’in 2021 yılı etkinlikleri eylül ayında Tuz Gölü’nde yapılacakmış.

Festivalin en rağbet gören yarışması Roket Yarışması için başvurular da bitmiş.

Öğrendiğime göre Roket Yarışması için 544 takım başvuru yapmış.

Yarışmada kategoriler roketlerin atılacağı yüksekliklere göre belirleniyormuş.

1500 metreden 7 bin metreye kadar fırlatılabilen roketler 4 kategoride yarışacakmış.

Bu teknoloji festivali elbette yararlı bir girişim.

Başında da Erdoğan’ın son damadı Selçuk Bayraktar var.

İha ve Siha’ların yapımını da üstleniyor Bayraktar.

Şunu merak ediyorum, belki bu yarışmalara katılım bu kadar yüksek olduğuna göre her yıl çok sayıda çok yetenekli genç de ortaya çıkıyordur.

Şu ana kadar bunlardan kaçı değerlendirildi, bunlar nerede nasıl çalışıyor ya da eğitim görüyor ve gelecekleri ne olacak?

Festivalin sadece görsel bir şölen niteliğinde olmadığını, Türkiye’nin bilim ve teknoloji alanında sayısız yetenekli gencin ortaya çıktığını umut etmek istiyorum.

ŞAŞIRDIM

Bu ne şatafattır böyle?


İstanbul Valisi’nin odasına çok uzun yıllardır girmedim.

Hangi valiydi hatırlamıyorum bile, bir keresinde ziyaret etmiştim, o da nereden baksanız 40 yıl vardır.

Hatırladığım kadarıyla iyi döşenmiş ancak mütevazı görünümlü bir makam odasıydı.

Sosyal medyadaki bu fotoğrafı görünce çok şaşırdım.



Bir vatandaş, İstanbul Valisi’nin makam odası ile Japon İmparatoru’nun makam odasını karşılaştırmış.

Oysa kıyaslamaya bile gerek yok.

İstanbul Valisi’nin makam odasının fotoğrafı tek başına yayınlansa bile yeter.

Böyle şatafat ancak halkı fakir diktatörlüklerde ya da petrol zengini Arap ülkelerinde görülür.