Neden her zenginliğin altından bir dolandırıcılık çıkıyor?

Bu aralar aklımdan çıkmayan soru bu.
Dün sabah, yine şaşırtmayan bir haberle uyandık:

Türkiye’nin özel sektöre ait en büyük altın rafinerisi, gram altının mucidi İstanbul Altın Rafinerisi’ne operasyon düzenlendi.

Üstelik sıradan bir şirketten bahsetmiyoruz.

İstanbul Sanayi Odası’nın 2024 yılı “500 Büyük Sanayi Kuruluşu” listesinde 5. sırada yer alıyordu.

Hazine’ye, Merkez Bankası’na ve iktidara yakınlığıyla bilinen bir kurum.

(Zaten bu devirde aksi durumda sektörde var olabilmek mümkün mü?)

Gazeteciler arşivleri açtı, fotoğraflar döküldü.
Şirket sahibi Özcan Halaç, Cumhurbaşkanlığı’nın güçlü isimlerinden eski İdari İşler Başkanı Metin Kıratlı adına Konya’da okul bile yaptırmış.
Hemen her AKP’li ile fotoğrafları, teması var.
Eski AKP Milletvekili İrfan Gündüz yönetim kurulunda.  

Şirketin, hileli yollarla devlet desteği alarak kamu zararına yol açtığı iddia ediliyor.
Ayrıntısı şöyle:

Devlet, ihracat yaparak ülkeye döviz kazandıran şirketlere, getirdikleri döviz tutarı üzerinden yüzde 3 oranında teşvik veriyor.
İddia o ki, bu destekten faydalanmak için 30 kişi üzerine 24 farklı şirket kurulmuş ve 543,6 milyon dolarlık hayali ihracat gösterilmiş.

Bu 12 milyon dolarlık “teşvik vurgunu” iddiası anlamına geliyor.

Masumiyet karinesi elbette geçerli.
Yargılama sonuçlanmadan kimseyi suçlu ilan etmek mümkün değil.

Ama mesele şu: Artık hiçbirimiz bu tür haberleri duyunca şaşırmıyoruz.

Çünkü benzer hikayeleri o kadar çok gördük ki... Şaşırma refleksimiz bile köreldi.

★★★

Ekonomik krizin derinleştiği, geçim sıkıntısının her eve sirayet ettiği bu dönemde yapılan her yolsuzluk, her suistimal toplumun vicdanında daha da ağır yankı buluyor.

Bu tür dolandırıcılıklar yalnızca rakamları değil, adalete olan inancı da aşındırıyor.

Bu yüzden de en ağır şekilde cezalandırılması gerektiği konusunda herhalde aksi yönde düşünen yoktur.

Ancak bu olayda da başka bir tartışma kapısı aralandı.

Tam da Merkez Bankası Başkanı Fatih

Karahan’ın, yastık altındaki altınları enflasyonun baş sorumlusu ilan ettiği açıklamasının hemen ardından geldi operasyon.

Bu nedenle pek çok kişi aynı soruyu soruyor:

Altın piyasasına bir müdahale mi başlıyor?

Üstelik son dönemde dikkat çekici bir örüntü var.

Can Holding, Ciner Holding derken şimdi de İstanbul Altın Rafinerisi...

İktidara “çok yakın ama en iç halka olmayan” gruplara arka arkaya operasyonlar düzenleniyor.

Bu tablo ister istemez, “ekonomik iktidarın yeniden paylaşımı mı yaşanıyor?” sorusunu akla getiriyor.

Gerçekten yeni mi fark edildi bu usulsüzlükler?

Yoksa yıllardır biliniyor ama “doğru zaman” bekleniyordu da şimdi mi harekete geçildi?

Neden tam da bu dönemde düğmeye basıldı?

Ne değişti de rejim TMSF eliyle yeniden güç toplamaya yöneldi?

Şubat ayında gece yarısı yayımlanan kararnamelerle TMSF’ye tanınan yeni yetkiler bu tabloyla mı ilişkilendirilmeli?
Yoksa bu operasyonlar, yaklaşan ekonomik dengelenmenin “siyasi bedelini” kimin ödeyeceğini belirlemek için mi yapılıyor?
Ve en önemlisi:

Gerçek bir temizlik mi izliyoruz, yoksa yeni bir tasfiye dalgasını mı?

Sahte plaka, gerçek ülke

Bu ülkede “sahte” kelimesini çok kullanır olduk.

Sahte diploma, sahte e-imza, sahte ehliyet, sahte rapor...

Hepsi birkaç gün konuşulup “sabun köpüğü” gibi sönüyor.

Ne kadar büyük skandal olursa olsun, yerini başka bir sahte gündeme bırakıyor.

Şimdi Meclis’te yeni düzenleme görüşülüyor: Sahte plakaya ağır cezalar geliyor.

İyi, gelsin elbette. Trafikte caydırıcılık önemli.

Ama ister istemez şu soruyu sormadan edemiyor insan:

Bu memlekette sahte diplomanın bir sahte plaka kadar neden kıymeti yok? Sahte plaka takan birini hemen bulup ceza kesiyoruz.

Ama sahte diplomayla yıllarca görev yapanları, can emanet ettiğimiz doktorları, baraj yapan mühendisleri, çocuklarımızı yetiştiren öğretmenleri çoğu zaman sistem kendi eliyle koruyor.

Üstelik tüm tartışmalara rağmen hala internette “hazır diploma” ilanlarına rastlamak mümkün.

Yani mesele bitmedi; sadece gündem değişti.

Oysa fark çok açık.

Sahte plaka trafiği aldatıyor; sahte diploma devleti ve aslında her birimizi.

Biri yol güvenliğini, diğeri toplumun güven duygusunu yok ediyor.

Birinin bedeli birkaç bin lira, diğerinin bedeli liyakat, adalet, hatta insan hayatı. Trafikteki plakayı affetmiyoruz ama makam odasındaki sahteciliği görmezden geliyoruz.

Belki de biz “sahte”ye değil, sadece “yakalanan”a kızıyoruz.