Ardından o kocca Sovyetler Birliği devrildi... Zaten 1985’lerden itibaren güçlü sinyaller veriyordu ama yine de inanılması zor geliyordu. İnanılması zor gelen bir şey daha vardı tabii; 2. Dünya Savaşı’ndan beri süren “Soğuk Savaş” sona eriyor, ABD Mihveri zaferini ilan ediyordu...
-Çok kutuplu dünya sona ermişti!
Hiç vakit geçirmeden dünya çapında bir “Küreselleşme” kampanyası başlatıldı. Ana fikir, diğer bir deyişle yeni “algı metodu”şöyleydi:
-Artık tek kutuplu bir dünya düzenine geçiliyor. Biricik süper güç ABD, dünyanın siyasi patronudur. Dünya çapındaki çokuluslu şirketler de evrensel ekonomiyi kalkındıracak. İnsanlığı daha mutlu, daha özgür bir dünya bekliyor...
Daha da ileri gidildi, Küreselleşmenin temsilcileri “elma şekeri” tadında bir “Yeni Dünya Düzeni” yolunda akıl almaz teoriler, yani yalanlar da ürettiler. Örneğin, Japon asıllı Amerikalı Fukuyama, “Tarihin Sonu” kitabında aynı algı yöntemini başarıyla uyguladı:
-Tarih bitti. Her şey yeniden yazılacak. Pek mutlu, pek zengin bir dünya olacak!
Ancak böyle bir dünya yaratmak için, olmazsa olmaz bir takım uygulamalar gerekiyordu; öncelikle şu modası geçmiş, “Ulus Devletler”ortadan kaldırılmalıydı!.. Yeni Dünya Düzeninin ideologlarından John Nasbitt, NPQ dergisinde 1992’de yazdığı makalesinde olması gerekeni şöyle açıkladı:
-Artık, 180 ülkeli bir dünya yerine 1080 ülkenin var olduğu bir dünya...
Anlatmak istediği “Kent devletleri” modeliydi... Modern alt yapısını hazırlamış, ordusu olmayan, yalnızca güvenlik güçlerine sahip, kollarını açmış çokuluslu dev şirketleri bekleyen Singapur türü ülkecikler!..
-Şöyle düşünün; İstanbul devleti, İzmir devleti, Antalya devleti filan!
Kanlar içinde yoksul bir dünya!..
Halbuki, kapitalizmin eriştiği en yüksek nokta olan emperyalizmin doğasına aykırıydı bu elma şekeri yalanlar!
Emperyalizm, hegemonya ve sömürü ile varlığını sürdürebilirdi... Ve dünya çapında egemenliğini sürdürebilmesi için de mutlaka bir düşmana gereksinim duyardı. Neo-liberal diye bilinen yeni muhafazakarlar, bunun da çaresini buldular, yeni ve kolaylıkla manipüle edebilecekleri düşmanı ilan ettiler:
-Radikal İslam!..
Amerikan derin devletinin sadık ve etkin kalemlerinden Prof. Samuel Hunthington, “Medeniyet Savaşları” kitabında, yakın ve orta gelecekte dünyanın başına gelecekleri gayet özlü bir şekilde açığa vuruyordu; yeni dönemin “heyulası”, Batı medeniyetini tehdit eden güç radikal İslam olacaktı. Aynı kitapta bir de ortaya “Ilımlı İslam” diye bir formül koyacak ve Türkiye’nin Atatürk Cumhuriyeti’ni terk edip, Batı ile İslam ülkeleri arasında köprü vazifesi olması fikrini ortaya atacaktı! Her iki uçta “yeni örgütlerin” ortaya çıkması da lazımdı ve çıkarıldı tabii!..
Bu arada dünya ekonomik olarak da müthiş bir uçuruma doğru var gücüyle koşuyordu; kutsanmış tek kutuplu dünyaya geçiş olarak kabul edilen 1990’ların başında dünyadaki gelir bölüşümü şöyleydi: dünyanın yüzde altı nüfusunu barındıran G7 ülkeleri yüzde 60 dünyanın geri kalanı ise yüzde 40 civarındaydı!
Şimdi bu bölüşüm gelişmişler lehine giderek açılıyordu... Diğer bir deyişle açlık ve yoksulluk giderek dibe vuruyordu... Başta söylenen mutlu, özgür dünya yalanı olanca çirkinliği ile sırıtmaya başlamıştı...
Üstelik büyük bir baskıyla kanırtılan ulus devletlerde öyle aman aman bir çözülme, parçalanma da görülmüyordu... Yeni senaryolara, yeni algı metotlarına ihtiyaç olduğu açıktı. Bilderbergler, CFR’ler, “Gölge CIA” sıfatlı Stratforlar, bizim “hangi kapıya bağlasan, onun düdüğünü öttüren zevatın da katıldığı” diğer düşünce kuruluşları, yeni durum üzerinde kafa patlatıp, sonuç alacak “mikser” tabir edilen karıştırıcıları buldular:
-Mikro milliyetçilik ve mezhepçilik!
Bölgesel 3. Dünya Savaşı!
Felaketin perdesi 11 Eylül 2001’de New York’ta açıldı...
İkiz Kulelere nasıl olup da saldırdığı halen meçhul iki uçak, dünyanın kaderini dramatik bir şekilde değiştirdi. O sırada ABD’nin başında Başkan George W. Bush, İngiltere’nin başında ise Başbakan Tony Blair bulunuyordu. O günlerden hafızama çakılı kalmış meydan okumayı Bush yaptı; “Ya bizdensiniz, ya onlardan” dedikten sonra “Crusade” sözcüğünü kullandı..
-Yani “Haçlı Seferi” dedi!
İşte o sözcüğün kullanılmasından itibaren, dünya tam anlamıyla kan gölüne döndü; Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Mısır, Yemen ve daha bir çok ülkede milyonlarca insan öldü, tecavüze uğradı, yerinden, yurdundan sürüldü... Dikkat edin, saydığım ülkeler ABD’nin ilan ettiği “Büyük Ortadoğu Planı” bölgesinde bulunuyordu; dünyanın en zengin ve stratejik bölgesi!
Sonrasını biliyorsunuz; geldiğimiz nokta, bizi de içine sürükledikleri “Bölgesel 3. Dünya Savaşı” kapışması... Güçlüler ve arada ezilenler gösterisi!.. Gelin bir de ekonomik açıdan bakalım da yüreğiniz iyice cız etsin; İngiliz yardım kuruluşu Oxfam açıkladı:
-Dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin serveti, geri kalan yüzde 99’un toplam servetine eşit!
Korkunç ötesi değil mi?. Daha bitmedi, daha alçakçası var; en zengin 62 milyarderin varlığı da dünya nüfusunun yüzde 50’lik kesiminin varlığına denk geliyor!..
-Yani 62 eşittir 3 milyar 750 milyon insan!!!
Hâlâ mezhep ya da etnik savaş diyorsanız, PES derim!