“24 Aralık 1979 gecesiydi.
Paris, Seine Nehri üstündeki Saint Louis adasının Qaui du Bethune 22 numaralı tarihi apartmanında, Hıfzı Topuz’un Afrika maskeleri ve sanat yapıtlarıyla dolu çatı katında Noel yemeğine davetliydik. Masada Melih Cevdet Anday, Çetin Altan, Hıfzı Topuz ve bendeniz vardım.
Türkiye’nin eski UNESCO Büyükelçisi Hıfzı Topuz, küçük ama paha biçilmez dairesinde, özgün zarafetiyle kurduğu nefis bir sofrada ağırlıyordu davetlilerini.
Yemeğin başında herkes herkesi seviyordu.
Hatta yazarlığına ve ozanlığına hayran olduğum, gazetede birkaç kez karşılaşıp, ilk kez karşısına oturduğum Melih Cevdet Anday, bana ömrümde duyduğum en vurucu övgüyü yapmıştı.
Masanın öte yanından, dikkatle yüzüme baktı. Gözlerini gözlerime dikti. “Sen insansın” dedi.
Herkes sustu. Çünkü hiçbirimiz usta edebiyatçının ne demek istediğini anlamamıştık.
Melih Cevdet, bilge başını sallayıp açıkladı: “Kocaman gözlerin var ve birbirinden epeyce ayrık.” Şaşkınlık içinde dinliyorduk ki, dikey tuttuğu ellerini yatay bir çizgide uzaklaştırıp yakınlaştırırken sözünü tamamladı: “İki gözü birbirine yakın insanlar, maymunluktan insanlığa evrimini tamamlamamış olanlardır. Sen tamamlamışsın.”
Çok geçmeden makarna tenceresiyle kafasına vuracağımı bilse, sanırım tastamam insanlığımdan bunca emin olmazdı! Neyse.
Saat 02.00 sularında dördümüz hâlâ masadaydık, yemekler bitmiş, artık yalnız Çetin Altan ve Melih Cevdet konuşuyorlardı. İki ünlü kalemşor, uzun süredir karşılaşmamışlar ve kavuşmanın coşkusu mu desem; birbirlerine düzdükleri övgüler, Hıfzı Topuz’un zengin içki rezervine paralel olarak bitmek bilmiyordu.
Saatler geçiyor, Hıfzı Topuz’la benim gözümüzden uyku akıyordu. Hıfzı Topuz bir ara ortadan kayboldu, gidip baktım giyimli olarak yatağına uzanmış ve uyuyakalmış.
Ben de gözüme yemek masasının bulunduğu salondaki kanapeyi kestirdim ve üstüne kıvrıldım. Uykuya daldığım sırada Melih Cevdet Anday, Çetin Altan’a: “Sen Türkiye’nin en büyük yazarısın!” Çetin Altan da Melih Cevdet’e: “Türkiye’nin en büyük şairi sensin!” diyor ve birbirlerine diğerinin daha değerli olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla her şey ve iki yazarımızın ilişkileri mükemmeldi, bendeniz içkiden çok, laf sarhoşu olarak sızdım.
Boğuk bir gürültüyle uyandığımda, gözlerime inanamadım! Masada sulh içinde bıraktığım Çetin Altan ve Melih Cevdet birbirlerinin boğazına yapışmış, yerde yuvarlanıyorlardı! Dövüşün ciddi olduğunu anlamam biraz zaman aldı, çünkü iki kalemşor yerde boğuşurken, inanılmaz ama oldu, salondaki pikaba çarptılar ve duran alet harekete geçip şimdi anımsamadığım bir müzik çalmaya başlayınca uyku sersemi beni bir gülme tuttu. Sanki Red Kit çizgi filmlerindeki bir sarhoş kavgasını izliyordum!
Bir ara Melih Cevdet, Çetin Altan’ı altına aldı ve boğazını sıkmaya başladı.
Gülmekten katılıyorum ama, serde Çetin’in refakatçiliği de var, Red Kit olsaydı ne yapardı diye düşündüm, fırlayıp mutfağa gittim ve Hıfzı Topuz’un birkaç saat önce makarna haşlayıp yıkamadan bıraktığı koca tencereye doldurduğum suyu, Melih Cevdet’in, dolayısıyla Çetin Altan’ın da başından aşağı boca ettim.
Ne var ki iki kavgacı da Çetin’in deyişiyle “kara etli”, zamana ve içkiye dayanıklı, güçlü kuvvetli insanlardı. Melih Cevdet, Çetin Altan’ın gırtlağını bırakmadı, soğuk suya bana mısın demedi, ama ben kurtarmak istediğim adam uğruna, onun aslında çok değer verdiğim kafasına boşalan tencereyi vurmaya başlayınca; “Aaa, karı koca üstüme geliyorlar!” diye bağırdı ve bir elinin tersini bana doğru savurdu.
Bu darbe sırasında mı oldu, yoksa daha sonraki ayırma aşamasında mı bilmiyorum, meğer ben de kavgadan nasibimi almışım, bir kaşım açılmış, yüzümde kuruyan kanları ileriki saatlerde fark ettim. İki devi tek başıma ayıramayınca yatak odasına fırlayıp Hıfzı Topuz’u uyandırdım. Birlikte salona koştuğumuzda, yazarlarımızın güreş pozisyonu değişmiş ve bu kez Melih Cevdet alta düşmüş, Çetin Altan onun gırtlağını sıkıyordu. Allah’tan Hıfzı Topuz, kalıpta iki kalemşordan geri kalmıyordu, benim gibi tüy sıklet değildi, irikıyım yapısıyla: “Yapmayın beyler, ayıptır, koskoca adamlarsınız” benzeri yatıştırıcı sözlerle, epeyce zor olsa da tarafları birbirinden ayırdı.
Şimdi düşünüyorum da, benim de kendimle övünesim geliyor. Çünkü yerimde başka bir kadın, örneğin annem olsa, bir köşeye büzülür, ya hıçkırır ya da feryat ederdi. Naçiz yazarınız ise 45 kiloluk canını dişine takmış, itile kakıla, kendisinden kat kat ağır ve güçlü iki erkeği ayırma çalışmalarına iştirak ediyordu.
Hıfzı Topuz, Melih Cevdet’i markaja almıştı, ben Çetin Altan’ı zapt etmeye uğraşıyordum. Bir an sakinleşir gibi oldular. Ancak yerde boğuşurken konuşamayan iki yazar, ayaklanınca sözlü sataşmaya kaldıkları yerden başladılar ve yeniden kapıştılar. İşte o zaman, kavganın neden çıktığı da anlaşıldı: Melih Cevdet, Çetin Altan’ı yakını olan bir hanıma kur yapmak ya da benzeri bir eylemle suçluyordu. Yazarlarımız yeniden el ense çekmeye başlayınca, Hıfzı Topuz, daha celalli ve iri kıyım olan Melih Cevdet’i zorla zaptederek yatak odasına tıktı.
Çetin Altan, sözlü sataşmaya yeniden başlayınca eylem olarak sakinleşmiş sayılırdı. Hıfzı Topuz, Çetin ve bana: “Ben kapıyı tutarken siz çıkın” dedi. Çünkü Melih Cevdet’i kapattığı yatak odasını kilitleyemiyordu, anlaşılan anahtar Melih Cevdet’ten yana kalmıştı ve ünlü şairimiz, Topuz’un tuttuğu kapıyı zorluyor, aralayabildiği zaman Altan’a sözlü tacizini sürdürüyordu. Yatak odasının kapısıyla köşe oluşturan çıkış kapısından, kapalı kapının ardındaki Melih Cevdet’e cevap yetiştiren Çetin Altan’ı dışarı itip çekiştirmek kolay olmadı. Yüzyıllar önceki yapısı koruma altında, dolayısıyla asansör olmayan tarihi apartmanın daracık ve eğri büğrü ahşap merdivenlerini nasıl düşüp kalkmadan inebildik, bilemiyorum. Noel gecesi, yoldan taksi bulup çevirmek hayaldi. Neyse ki sabaha kadar işleyen metro ve tren hatları vardı. Paris’in banliyölerine giden RER trenine binip, Mehmet’in öğrenci yurdundaki stüdyosuna ulaştık.
Ertesi gün, Çetin Altan büyük bir üzüntü ve pişmanlık içerisinde ayıldı. Melih Cevdet’ten çok, Hıfzı Topuz’a karşı mahcubiyet içerisindeydi. Saatlerce kıvrandıktan sonra özür dilemek amacıyla Hıfzı Topuz’a telefon açtı. Kapattığında büsbütün üzgündü.
Hıfzı Topuz’un olaydan ötürü tansiyonu fırlamış, gözleri kanamıştı. Çetin’e ne için kavga ettiniz diye sorduğumda, “Bırak yahu” diye başlıyor, Melih Cevdet Anday’ı içince sapıtan sabit fikirli, hastalık düzeyinde kıskanç bir hayvan olmakla suçladığı uzun mu uzun tiratlarından; kendisine yersiz ithamda bulunup saldırdığı anlamı çıkan kaçamak yanıtlar veriyordu. Bu kez ısrarcıydım. Aralarına beklemeler koyup yeniden sorduğum nedenin, bir kadınla ilgili olduğunu anlayınca “kim” demeye başladım. Sürü sepet gevelemenin arasından “Güya Suna’ya asılmışım...” sözünü cımbızladım. Suna kimin necisidir, Çetin’e söyletemedim, ama Melih Cevdet’in sevgilisi olduğunu tahmin ettim. Türk edebiyat tarihine geçen ve çaresiz tanığı olduğum kapışma sırasında, Melih Cevdet Anday’ın eşi 1959 yılında evlendiği, oğlu İdris’in annesi Yaşar Hanım’dı. 1983 yılında boşandılar ve aynı yıl Suna Hanım’la evlendi. Demek ilişkileri epeyce eskiye dayanan sevgilisi Suna’yı Çetin Altan’a tanıştırmıştı ki, 1979’daki güreş seansında onu Suna’ya asılmakla suçladı.
Fakat olay, Hıfzı Topuz tarafından Türkiye’ye “Mine’yi paylaşamadılar” diye yayıldı ve iki dev yazarın uğrunda birbirini gırtlakladığı “meşum kadın” ihalesi bana kaldı. Edebi ve medyatik çevremize yıllarca benim için değil, Suna için kavga ettiklerini anlatmaya çalıştım, kimseyi inandıramadım.
Edebiyat ve basın çevrelerinde yıllardır anlatılan, konuşa konuşa lezzetine doyulmayan bu kavganın, aslında bir yararı dokundu. Umulmadık bir anda yeniden gündeme gelip yaşamımı değiştirdi. Ayrılmakla ayrılmamak arasında bocaladığım Çetin Altan’ı, bir buçuk yıl sonra terk etmemi sağladı.”
Mine Kırıkkanat’ın kaleminden ‘Barut: Her Şeyin Bir Bedeli Var’ kitabı son yıllarda okuduğum en iyi eserlerden biri.
“Yaşam savaşında her birimiz, içimizdeki barut kadar yer yaktık” diyen Mine Kırıkkanat, bu ilk ciltte, 1968’den 1981’e kendi hayatı üzerinden entelijansiyayı, memleketi de anlatıyor aslında.
Çok cesur, “İşte hayat böyle yaşanır” dedirten bir hayatı okudum.
Bunca yıllık arkadaşımın bilinmeyenlerine tanıklık ettim.
Yıllardır bazılarının acımasızca eleştirdiği, en sevdiklerini bile bazen çıldırtan Mine Kırıkkanat’ın aslında birçoğumuzun olamadığını, yani nasıl birey olduğunu da anlamış oldum.
Cin lambadan çıktı, bakalım daha neler okuyacağız.