Boğaziçi Üniversitesi’nde bir düğün sırasında 15 yaşındaki bir kız çocuğu öldürüldü.
Tek bir cümle... Ama içinde bir ülkenin bütün yaralarını barındırıyor...
Bir çocuk, okul sıralarında olması gerekirkewwn, hayatını kazanmak için masaların arasında tabak taşımak zorunda.
15-17 yaş arasındaki her dört çocuktan biri gibi.
O da yoksulluk tarafından çağırılmış o akşam oraya.
Daha küçücük yaşında hayatın yükünü taşıyordu; tabaklarda, bardaklarda, tepsilerde.
Çocuk işçiliğin rakamlara sığmayan, kanlı gerçeği...
Kurşunu sıkan: 20 yaşında bir genç.
Yaşı küçük, sicili yaşından büyük.
Henüz yetişkin bile olmadan ardında onlarca suç kaydı biriktirmiş.
Hukukun, rehabilitasyonun, sosyal devletin devreye girmesi gereken yerde, sokakların kanunu girmiş devreye.
Sonuç: Daha 20’sinde hem katil, hem ölü.
Ve bütün bunların yaşandığı yer: Ülkenin gözbebeği bir üniversitenin kalbi.
Bir zamanlar özgür düşüncenin, bilimin ve tartışmanın simgesi olan Boğaziçi’nde...
Yıllardır öğrenciler kapıdan içeri girmekte zorlanıyor.
Mezunlar okula alınmıyor, yıllarını okula, gençlere vermiş birbirinden kıymetli akademisyenlere kampüs yasaklanıyor.
Denetimler sıkı. Yeri geliyor “açılmış” diye sigara paketlerine, yeri geliyor gökkuşağı bayraklarına el konuluyor.
Özgürlükler sıkı sıkıya kontrol altında. Ama elinde silah olan biri o kapıdan rahatça girebiliyor.
Bir üniversiteye renkler yasak, ama silah serbest. İşte bu, en ağır çelişki.
Bu olay, tek başına bir “kampüs güvenliği” haberi değil.
Çocuk işçiliğin, gençler arasında artan suç oranlarının, göreceli güvenliğin, kurumların çürümesinin toplamı.
Aslında bu, Türkiye’nin hikayesi.
Bir cenaze, bir kampüs, iki genç ve ülkenin bütün yaraları aynı anda orada buluşuyor.
Davulun tokmağı frenin kıymeti
Türkiye’de derin ekonomik kriz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “faiz indirmeyen” Merkez Bankası başkanlarını görevden almasıyla başladı.
O günlerde, kameraların karşısına geçip açıkça söyledi: Davul birinin, tokmak birinin elinde olmaz.
Türk tipi başkanlık sistemi, yasama ve yargıdan koparılmış bir yürütme modeli sundu. Kurumların özerkliği tek kişinin kararına bağlandı.
Oysa başkanlık sisteminin anavatanı ABD’de manzara bambaşka.
ABD Başkanı Donald Trump, uzun süredir ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı’nı faiz indirmeye zorluyor.
Hemen her gün hakaretler savuruyor.
Ama FED Başkanı Jerome Powell kameraların önüne çıkıp “beni görevden alamaz” diyebiliyor. Çünkü gerçekten de alamıyor.
Anayasal fren ve denge mekanizmaları, başkanın yetkisini sınırlıyor.
Örneklerden bir diğeri.
Trump, FED Yönetim Kurulu üyesi Lisa Cook’u görevden aldı, ama Cook hızla mahkemeye başvurdu.
“Başkan beni görevden alamaz” diyerek Trump’a dava açtı.
ABD kamuoyu bu davayı konuşuyor.
Aynı günlerde Trump’ın küresel tarifeleri de yargı duvarına çarptı.
Federal Temyiz Mahkemesi, Trump’ın yetkisini aştığına hükmetti ve tarifeleri yasa dışı buldu.
Trump sosyal medyadan öfkeyle “partizan mahkeme” diye bağırdı.
Ama karar yerinde duruyor.
Çünkü tokmağın da davulun da tek bir sahibi yok; herkesin elinde bir parça var.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde de gördük: Hemen her fırsatta yargıyla, kurumlarla, Kongre’yle çatıştı.
Ama işte o çatışmaların kendisi, sistemin sağlığına işaret ediyordu.
Denetim denilen zaten tam da buydu.
Koskoca ABD’nin başkanıydı, ama her istediğini yapamıyordu.
Başkanlık sisteminin gerçeği tam da burada saklı. Güçler ayrılığı yoksa, bağımsız kurumlar yoksa, denge ve denetim mekanizması işlemiyorsa, geriye sadece keyfilik kalıyor. Ve keyfiliğin maliyetini en çok ekonomi üzerinden halk ödüyor.
O yüzden mesele yalnızca faiz politikası değil. Yalnızca bir atama ya da görevden alma da değil. Asıl mesele, davulun ve tokmağın aynı elde olup olmaması.
Çünkü tokmağın tek elde olması, freni işlevsiz bırakıyor.