İnsan, hayatta kalabilmek için çevresindeki olayları kontrol etmek, bilmek ve ona göre davranmak ister. Çünkü bilinmezlik ve belirsizlik, insan psikolojisinin en temel ihtiyaçlarından biri olan güven duygusunu yerle bir eder.

Alexandre Dumas, Monte Cristo Kontu adlı romanında “Belirsizlik, tüm işkencelerin en kötüsüdür” der. Çünkü kötü bir haber bile, en azından onunla nasıl başa çıkacağını planlama imkânı sunar.

Oysa belirsizlik, insanın hayal gücünü harekete geçirir ve insan böyle durumlarda en kötüsünü hayal etmekten kendini alamaz. Düşmanın şekli yoktur; savaşılması gereken şey, sürekli değişen ihtimallerin kendisidir. Zihin her olasılığı düşünür, en kötü senaryolara hazırlanır ama asla emin olamaz. Belirsizlik, beraberinde sabırsızlığı da getirir ve bu ikisinin birleşimi, bir tür zihinsel işkenceye dönüşür.

Örneğin, bir insan sevdiği birini kaybettiğinde büyük bir acı yaşar ve yasını tutar. Fakat bu kişi bilinmezlik içinde yok olmuşsa, “Acaba yaşıyor mu?”, “Acaba acı çekiyor mu?”, “Acaba bulabilecek miyim?” gibi onlarca düşünceyle bu durum hiç bitmeyen bir işkenceye dönüşür. Aynı şekilde, “Kanser miyim, yoksa sadece grip mi?” kaygısı, bazen kesin bir teşhisten bile daha ağır gelir. Bir ilişkide her sabah “Ne olacak?” sorusuyla uyanmak da insanı tüketir. Çünkü bu yalnızca cevapsız bir soru değildir; insanı umutla korku arasında savuran bir boşluktur. Zihin her gün biraz daha içini kemirirken bu durum, görünmez bir çürümeye dönüşür.

Belki de bu yüzden insanlar kötü haberi bile bir tür rahatlamayla karşılar. Çünkü en kötü gerçeği bilmek bile, bilinmezlik içinde kalmaktan daha katlanılabilir, daha yönetilebilir bir durumdur. Belirsizlik sona erdiğinde, insan acı çekmeye başlasa bile zihin durulur. Kişi artık neyle karşı karşıya olduğunu bilmektedir.

★★★

Belirsizlik bireysel düzeyde bile böylesine yıpratıcıyken, küresel ölçekte yaşanan belirsizliklerin insan psikolojisinde yarattığı tahribat çok daha derindir. Bundan yüz yıl önce, insanlar dünyanın başka bir köşesinde çıkan bir savaşı yalnızca uzaktan, merakla izlerken; bugün küreselleşen dünyada herhangi bir yerde yaşanan en küçük krizde dünyanın her yanı ayrı etkilenmekte.

Bugün Ortadoğu’daki gerilim, İran-İsrail çatışmaları, Ukrayna-Rusya savaşı, Çin’in Tayvan üzerindeki baskısı... Bunların hiçbiri yalnızca “yerel” meseleler değil; adeta bir domino etkisiyle birbirine bağlı küresel krizlerdir.

Maalesef İsrail ve İran arasındaki gerilim, artık sadece iki ülkeyi ilgilendiren bir mesele olmaktan çıkmış durumda. Bu tabloya insanlık penceresinden bakıldığında, yaşananlar sadece coğrafi ve siyasi bir hesaplaşma değil; aynı zamanda yüz binlerce insanın hayatını doğrudan etkileyen, büyük bir trajedidir.

Saldırılar, misillemeler, diplomatik restleşmeler... Her bir gelişme hem bölgesel hem de küresel ölçekte daha büyük bir yangının habercisi gibi.

★★★

Ne yazık ki yanı başımızda ateşin yükseldiği bir coğrafyada yaşayarak, savaşın kendisinden çok belirsizliğin ve sürekli tetikte olma hâlinin insan ruhunu nasıl yıprattığını bir kez daha doğrudan deneyimlemek zorunda kalıyoruz.

Zihnimizin bir köşesinde hep o aynı soru: “Ne olacak?” Çünkü neye hazırlanmamız gerektiğini bilmiyoruz. Para mı biriktirmeli? Dövize mi geçmeli? Gitmeli mi, kalmalı mı? Artık mesele sadece diplomasi ya da sınırlar değil; mesele belirsizlik. Ne zaman, ne olacağı belli olmayan bir ülkede yaşıyoruz.

Bir yanda ekonomik dalgalanmalar, diğer yanda göç hareketleri, enerji krizleri, kıtlık ihtimalleri, yükselen milliyetçilik ve İstanbul depremi gerçeği... Bunlar artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası.

Her şey bu kadar belirsizken, insan bazen sadece normal kalmaya çalışmanın bile bir direniş olduğunu fark ediyor. Böylesine bir karmaşanın ortasında yapılabilecek belki de tek şey, akıl sağlığını korumaya çalışmak. Her şeye rağmen yaşamaya çalışıyoruz. Bence insanın en büyük gücü, tüm belirsizliklere rağmen yürümeye devam edebilme çabasında saklı.