İnsan, sosyal bir varlık olduğundan doğumundan itibaren bağlanmaya ve ait olmaya ihtiyaç duyar. Oysa içinde yaşadığımız modern dünya, insanların ihtiyaç duyduğu yakın ilişkilere pek fırsat vermiyor. Yoğun çalışma temposu, ekonomik zorluklar, mesafelerin uzaması, büyük şehirlerde yaşamanın zorlukları, insanların giderek yalnızlaşmasına neden oluyor.
En temel ihtiyaçlarını gideremeyen insanlar ise içlerindeki bu boşluğu doldurmak için kısa süreli de olsa kendilerine haz ve mutluluk veren başka şeylere yöneliyor. Fakat bir süre sonra bu seçimler, bir tür bağımlılığa dönüşebiliyor.
Psikologlara göre bağımlılık, genellikle insanların hissettiği duygusal boşluk, değersizlik veya yalnızlık duygularını telafi etme çabasından kaynaklanıyor. Yani kişilerin duygusal, psikolojik veya fizyolojik ihtiyaçlarını gidermek için bir maddeye, davranışa ya da alışkanlığa yönelmesi, bağımlılık olarak tanımlanıyor.
Maalesef günümüz dünyasında giderek daha yalnız hisseden ve bu yalnızlığı gidermeye çalışan birçok insan, sosyal medya bağımlısı oldu. Oysa sosyal medya, insanları gerçek ilişkilerden uzaklaştırarak daha da yalnızlaşmalarına yol açıyor. İnsanlar sosyal medyadan dolayı mı yalnızlaşıyor, yoksa yalnız oldukları için mi sosyal medyaya sarılıyorlar, söylemek zor. Bu durum, “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” ikilemine benziyor ve aslında iki yönü de birbirini besliyor.
★★★
Bugün sosyal medya bağımlılığı, hem sosyolojik hem de psikolojik bir sorun haline gelmiş durumda. Trendleriyle, beğeni alma telaşıyla, takipçi edinme baskısıyla, sürekli paylaşım yapma stresiyle, linçleriyle, ortaya çıkan dışlanma korkusuyla sosyal medya bağımlılığı neredeyse literatüre girecek psikiyatrik bir hastalık olma yolunda ilerliyor.
Üstelik sosyal medya, sadece bireysel yalnızlığı değil, toplumsal algıyı da şekillendiriyor. İnsanlar çoğu zaman gerçeğin kendisinden çok, gösterilen versiyonuna inanıyor. Filtrelenmiş fotoğraflar, abartılı başarı hikayeleri, sahte mutluluk anları, çarpıtılmış gerçekler... Kimsenin mükemmel olmadığını bilmemize rağmen bu durum, içten içe kendimizi yetersiz hissetmemize yol açıyor.
Özellikle gençler arasında sosyal medyanın aşırı kullanımı önemli bir problem haline gelmiş durumda. Araştırmalar, gençlerin günde ortalama 3-4 saatlerini sosyal medyada geçirdiğini ve bu durumun uyku düzeni, zihinsel sağlık ve ders başarılarını olumsuz etkilediğini gösteriyor. Özellikle dikkat dağınıklığı ve zaman yönetimi sorunları, öğrencilerin akademik performanslarının ciddi şekilde düşmesine neden oluyor.
Daha da vahimi, sosyal medyanın desteklediği hızlı tüketim kültürü, gençler arasındaki ilişkileri yüzeyselleştiriyor. Tanışmalar hızla oluyor, samimiyet hızla kuruluyor ama aynı hızla da bitiyor. Bir mesajın görülmemesi, bir yorumun cevapsız kalması ya da beklenen kişiden bir “like” almamak, gereğinden fazla anlam yüklenen olaylara dönüşebiliyor. Gençler, birbirini anlamaya, tanımaya, derin bağlar kurmaya vakit harcamak yerine, yeni içerikler, yeni kişiler, yeni heyecanlar peşinde koşuyor.
Yani aslında sosyal medyanın vaat ettiği “bağlantıda kalma” hali, ironik bir şekilde, bizi gerçek bağlardan koparıyor.
Sosyal medya minimalizmi
Minimalizm bir yaşam felsefesi, azla yetinme sanatıydı. Özünde gereksiz eşya, alışkanlık ve yüklerden kurtulup gerçekten değer verdiğin, işine yarayan ve seni mutlu eden şeylere odaklanmayı amaçlayan; “her şeyden az” değil, “gereksizden hiç” felsefesiydi.
Şimdi ise, 70 liraya satılan bir bardak badem sütlü latteye “minimalist kahve” diyenler var.
Evde dev ekran televizyon, elde son model telefon, jel tırnak yapılmış manikürlü eller, yanda bir marka çanta, kulakta AirPods, kolda Rolex... Minimal olan tek şey ise fincanın dibindeki kahve miktarı.
Gerçek minimalizm, pahalı aksesuarları vitrine çıkarıp “sade yaşam” pozu vermek değil, hem eşyalardan hem alışkanlıklardan, yani hayatındaki fazlalıklardan vazgeçip kurtulmaktır. Vazgeçemiyorsan “sade yaşam” sadece kulağa hoş gelen bir cümle olarak kalır. O da en fazla, sosyal medyada paylaştığın kahve fincanı fotoğrafının altında paylaştığın bir hashtag olur.