Korkusuz
Memduh Bayraktaroğlu

Neydi o geceki heyecanım öyle...

Canlarım, yeni yılın ilk gününde size; tam 50 yıl önce...

1971’i 1972’ye bağlayan gece yaşadıklarımı anlatacağım...

Çünkü yeni yıla...

Hayatımın en güzel gecelerinden biri ile başlamak istedim...





Yıl 1971...

Aylardan Aralık...

Şişli Düğün Salonu Gölgeler Orkestrası’nın solistiyim...



24 aralık olmalı...

Ve salonda düğün var...

Her zaman olduğu gibi sahneye çıkmadan çok önce salondaydım...

Az sonra tüm arkadaşlar toplandık...

Şefimiz Ekrem (Aynı zamanda düğün salonunun da işletmecisi) müjdeyi verdi:

“Yıl başında Galata Kulesi’nin restoranında çalacağız...”.



“Ne?!..”

Hakikatten şok olmuştum...

“Galata Kulesi’nde şarkı söyleyeceğim!”

Rüya gibi bir şeydi bu...



Galata Kulesi dönemin en kalite mekânlarından biriydi...

Belki de ilk kez...

Prova üstüne prova yaptık...

Ve o müthiş gün gelip çattı...

HÜSMEN ŞİVESİYLE İNGİLİZCE ŞARKI SÖYLEMEK...


Galata Kulesi’nde gece başladığında sahnenin arkasından salona baktım...

Genellikle yabancılar vardı...

Pencere içindeki masalardan birinde...

Yanında eşi (Ya da nişanlısı) ve belki de ülkenin en ünlü eczacısı Emel Hanım’la; dönemin ünlü aktörlerinden Uğur Güçlü’yü, gördüm (Birkaç yıl sonra eski eşi ya da nişanlısı ve dostu tarafından Aksaray’da vurularak öldürüldü...).

Ve ayrıca bir çift daha...

[caption id="attachment_317667" align="alignnone" width="600"] Uğur Güçlü[/caption]



Az sonra program başladı...

Önce, bir saat kadar enstrümantal yemek müziği çalındı...

Sonra ben çıktım sahneye...



Repertuarım slow dans müziği bütünü ve sonlarına doğru da iki-üç, hızlı ritimli şarkı...

Pist hınca hınç doluydu...

Uğur Güçlü, Emel Hanım ve onlarla aynı masayı paylaşan (Büyük ihtimalle konuklarıydı) konukları da dans edenler arasındaydı...

Konuklarından erkek olanı hafif şişman, ortanın altında ve hatta kısa boylu sayılabilecek bir beyefendi...

Kadın ise ince, eşinden bayağı uzun boylu sarışın bir hanımefendi idi...



O sırada Tom Jones’un ünlü şarkısı “Help Yourself”i söylüyordum...

İlk mezur tamamdı...

Telâffuzum her ne kadar Hüsmen İngilizcesi idiyse de...

Sözleri aynen biliyordum...

Ama...

ŞEFİN BLÖFÜNÜ GÖRDÜM...


Sonra Nükhet Duru (Henüz 16 ya da 17 yaşında olmalıydı) sahne aldı...

Mehmet Taneri ise gecenin as solistiydi...

[caption id="attachment_317669" align="alignnone" width="600"] Nükhet Duru[/caption]



Taneri sahneye çıkmadan önce şeften izin istedim çünkü...

Gündüz, İncilay’ı okul çıkışı (Beşiktaş Kız Lisesi öğrencilerindendi) almıştım...

Evine bırakmadan önce sözleşmiştik...

Saat 24.00’te Barbaros’taki subay lojmanlarının (Kayınpederim merhum, İstanbul Sıkıyönetim komutanlığı Kurmay başkanı idi) önüne gelecektim...

Ben aşağıdan...

O pencereden bakışarak:

Yeni yıla girecektik...

[caption id="attachment_317668" align="alignnone" width="600"] Mehmet Taneri[/caption]



“Mehmet Taneri ile saat biri bulursunuz, sonra dansöz, sonra da oyun havası çalarsınız, bana ihtiyacınız olmaz...”.

“Olur ama yevmiyeyi yarın ya da öbür gün veririm ve alatura (Bahşiş) alamazsın” dedi gülerek...

Ve...

Şefin o tatlı blöfünü görüp “Kabul” dedim.

İYİ Kİ İSTANBUL’UN TRAFİĞİ AKIP GİDİYORDU...


Cebimde 15 lira vardı...

Doğru asansöre koştum ancak asansör sürekli meşguldü...

Bu kez Galata Kulesi’nin o köhne merdivenlerini koşarak inmeye başladım...

Çünkü...

Saat gece yarısı on ikiye 20 dakika var ya da yoktu...

Kapıya indim...

Beyaz, kuyruklu 1965 model Şavrole (Chevrolet) bekliyordu...

Otomobilin kapısını açıp bindim:

“Acele Barbaros’a çek” dedim...



O yıllarda henüz saat uygulaması yoktu...

Arabaya bindikten sonra pazarlığa başladım...

“Kaç para alıcan benden?..”.

“İki onluk alırım...”.

Elimi pantolan cebime attım:

“Onbeş liram var...”.

“Canın sağ olsun... Borcun olur...”.

“Borcum morcum olmaz. 15 lira ile idare et...”.

“Canın sağ olsun be abi...”.



Bir aksilik olmazsa söz verdiğim saatte yetişecektim...

Beyaz Şavrole önce bir yaylandı...

Ardından daracık sokaklardan bankalar caddesine, oradan da Tophane üzerinden (o zamanlar henüz tek yön uygulaması yoktu) Beşiktaş, Serencebey yokuşu ve Barbaros...

AŞK İÇİN HER ŞEYE DEĞER...


Trafik rahat olduğu için söz verdiğim saatten birkaç dakika önce vardım subay lojmanlarının önüne...

Sevgilim, babası ve annesi orduevindeki yılbaşı balosuna gitmiş olmalarına rağmen, benimle yeni yıla göz göze girebilmek için bu fırsatı tepmişti...

Yüzümü lojmana döndüğümde Sevgilim’i pencerede beni beklerken gördüm...

Aramızda kuş uçuşu 30 metre mesafe vardı ama...

Göz göze olduğumuz konusunda ikimizin de şüphesi yoktu...



Az sonra bütün İstanbul karanlığa gömüldü...

Belli ki yeni yıla giriyorduk...

O karanlıkta yine gözlerim penceredeydi...

Yeni yıla öylece birbirimize bakışarak girdik...



Kaç dakika sonra bilmiyorum...

Birbirimize el salladık...

O odasına...

Ben de yoluma döndüm...



O zamanlar da “nerde o eski aşklar?” türü söylemler başlamıştı...

Oysa bizim aşkımız çok övülen ve saygı duyulan aşklardan da daha çok övgüye ve saygıya lâyıktı. Halen öyle...

Ve...

Öyle olmaya da devam edecek...



Evime gitmek için yola düştüğüm anda beş kuruş paramın kalmadığını hatırladım...

Ne gam?..

Serencebey Yokuşu’ndan bayır aşağı yürümeye başladım...

Dudaklarımda keyifli bir ıslık...

Ellerim paltomun ceplerinde...

Önüme rast gelen birkaç küçük taşı tekmeliyordum...

Düşünerek, hayaller kurarak yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm...

Taaa, Fatih Kıztaşı’na kadar.

İŞTE KURTARICIM!..


İkinci mezuru ezberleyecek vakti bir türlü bulamamıştım...

Ya genelde olduğu gibi uyduracaktım...

Ya da ilk mezuru aynen tekrarlayacaktım...



İlk mezuru söylerken, Uğur Güçlü’nün masa arkadaşı şişman beyefendi de söylüyordu benimle aynı anda...

Tam önümde dans ettikleri için harika söylediğinin farkındaydım...

Hele İngilizce telaffuzu mükemmeldi...

“İşte kurtarıcım!..” dedim içimden...



İkinci mezura başlamadan önceki saksafon geçişi ile birlikte dayadım D12 mikrofonu tombul beyefendinin ağzına...

Bir “Help yourself” söyledi ki...

Sanırsınız Tom Jones!..



Şarkı bitti...

Dans edenler danslarını bırakıp şişman adamı alkışladılar...

Fakat sonra itiraf etmeliyim ki mikrofonu verdiğim için pişman oldum...

Adamı alenen kıskandım!



Bu arada...

İngilizce teşekkür edince
anladım ki:

Adam Türk değil...

İngilizce telaffuzu harika olduğuna göre belki de İngiliz...



İlk repertuar bittiğinde şef bana takıldı:

“Koca Trakyalı gördün mü elin adamı ne biçim söylüyor şarkıyı...”.

Ben de bozuntuya vermeden güldüm:

“Tabii söyleyecek... Şarkı adamın kendi milletinin şarkısı... Ah tren kara treni de ben ondan daha iyi söylerim!” dedim...

Gülüştük...