Korkusuz
Ümit Zileli

Medyanın önlenemeyen çürüyüşüne dair...

Bu yazı, bir gazetecinin gözüyle gazeteciliğin son 60 yılında nasıl çöktüğünün, nerelere savrulduğunun hikayesidir...

-Bir gazetecinin dertleşmesi de diyebilirsiniz!

Ben gazeteciliğe Ankara’da başladım... Henüz on yedi yaşında bir lise öğrencisiydim... Gençliğimin tüm heyecanıyla, yüreğimin var olan tüm gücüyle solcuydum... Ve dönemin en meşhur sağcı gazetesinde, Tercüman’da çalışıyordum!..

-Ancak orada iş bulabilmiştim, üstelik torpille!

Zaten çok uzun sürmedi, iki ay kadar sonra kovuldum!.. Ardından büyük bir şans eseri girdiğim Anadolu Ajansı’nda da aynı akıbetle karşılaştım... Genel Müdür Atilla Onuk, kadrosuz olarak işe aldığı adamın sendikaya üye olmasını hoş görmedi ve “güle güle” dedi!..

Ankara’daki gazetecilik serüvenimde Günaydın, Barış ve Ankara Ekspres gazetelerinin isimleri de yazılı... Şefik Kahramankaptan, Bekir Coşkun, İbrahim Çıngay, Atilla Girgin, Nuri Kayış bir çırpıda aklıma gelen şeflerim, müdürlerim.. Onlardan çok şey öğrendim... Acaba hangisiydi; bir haberle ilgili sıcak tartışmanın tam ortasında biraz da öfkeyle yapıştırıvermişti:

-Oğlum gazeteci olmak, önce adam olmak demektir!..

Onlar adam gibi adamlardı... Ve adam gibi gazeteciler yetiştirdiler... Bugün Ankara’nın ve İstanbul’un nabzını elinde tutan, yönetici koltuklarında oturan sevgili arkadaşlarımın önemli bölümü bu “okullarda” yetişti...

-1970’lerin Ankara’sında gazeteci olmak hem keyifli, hem de gurur vericiydi...

Basının adının medya olduğu süreç!..


İstanbul maceram ise 1982 yılında başladı...

Türkiye’nin en çalkantılı döneminde, gazeteciler arasında “suyun başı” olarak tanımlanan İstanbul’da çalışmak bir “taşralı gazeteci” için hiç de kolay değildi... Daha ilk günlerde, yıllar yılı öğrendiğim gazeteciliğin epey dışında, yeni ve sarsıcı deneyimler edindiğimi çok iyi anımsıyorum... O yıllar, müthiş bir cenderenin içinde çırpınan, en olmadık baskılarla boğuşan basının magazini keşfettiği yıllardı... Dallas dizisinin toplumun ezici çoğunluğu tarafından soluksuz seyredildiği zamanlardı... Hürriyet Gazetesi’nin o meşhur sürmanşeti bunca yıl sonra bile dün gibi gözümün önünde:

-JR’ı kim vurdu?!..

Ama o yıllar, kalemini kırmaya dünden gönüllü birkaç “gazeteci” dışında yine de bir meslek ve onur mücadelesi olarak tarihe geçti... Defalarca kapatılan gazeteler, mahkemelerde sürünen hapishanelere giren gazeteciler bunun kanıtıydı...

Özal’ın iktidarı ele geçirdiği 1983 seçimleri ise basının giderek medya haline dönüşmesinin ve saygınlık bareminin dibe vurmasının başlangıcı olarak tarihe geçti!.. 80’li yılların ikinci yarısı aynı zamanda bir kısım sermayenin Özal’ın direktifleri doğrultusunda basın dünyasına cepheden taarruza geçtiği yıllardı!.. Turgut Özal’ın şu sözleri nasıl unutulabilir:

-İki buçuk gazete kalacak!..

Aynen öyle oldu, ama 90’larda!.. 80’li yıllar her şeye karşın gazeteciliğin önde olduğu, tetikçiliğin, iş bitiriciliğin, iş takipçiliğinin, köşk yazarlığının ayıp sayıldığı yıllardı...

Cerahat, 90’lı yıllarda patladı!. Basın hızla medyalaştı... Krediler ve teşviklerle zenginleşen medya kartelleşti. Her alana el atmaya başladı. Sevgili Mustafa Balbay’ın şu cümlesi aslında her şeyi anlatıyordu:

-Bir zamanlar dördüncü güç olan medya, giderek birilerinin elinde güç haline geldi!..”

Şerefli gazeteciler hep var oldu!..  


Doğal olarak, böyle medyaya aynı kıratta yöneticiler gerekiyordu...

Patronunun her türlü karını gözetecek, gerektiğinde iş takibi yapacak, her iktidara gelenle içli dışlı olmayı becerebilecek, böylelikle ekonomik girdilerde kesinti olmamasını sağlayacak çapta yöneticiler... Onlar da bulundu!..

Ve inanılmaz bir kirli bilgi ve manipülasyon dönemi açıldı!.. Öyle ki; bu sürecin sonunda insanlar verilen haberi değil, o haberin niçin, hangi menfaatler ya da şantajlar için kullanıldığını sorgulamaya başladı!..

90’lı yıllar gerçekten medyanın en utanılacak ve saygınlığının en dibe vurduğu dönem olarak tarihe geçti...

Şimdi ben bu yazıyı niçin yazdım?.. Çünkü bugün 90’lı yılları bile “rahmetle” anıyoruz da ondan!.. Medyalaşmış sektörün en az yüzde 90’ının iktidarın kontrolünde olduğu, dik duran, yurtsever kalemlerin en aşağılık saldırılara maruz kaldığı, toplama kamplarında çürümeye terkedildiği, kiralık, adına gazete demeye utandığım kağıt parçaları tarafından düpedüz hedef gösterildiği kara, kapkara bir dönem yaşıyoruz.. Adına da alay eder gibi “İleri Demokrasi” diyorlar...

-Dünyada ise böylesi kara düzenlere yakıştırılan tek sıfat var; FAŞİZM!..

1970’lerden bugünlere her meslekte olduğu gibi bizim mesleğin de nasıl çürüdüğüne, nasıl köleleştiğine, adına “gazeteci” denilen mahlukatın nasıl bir avuç kaldığına, geri kalanının nasıl “hamam böceğine” dönüştüğüne dair bir iç döküş olarak kabul edin lütfen...

Ne derseniz deyin yine de bu ülkeyi omuzlayanlar arasında şerefli, haysiyetli gazetecilerin çok yaşamsal önemi olduğu da bir başka gerçek!.. Bir İlhan Selçuk, bir Uğur Mumcu, bir Abdi İpekçi bir Bekir Coşkun nasıl unutulabilir... Bir Emin Çölaşan bir Melih Aşık, bir Necati Doğru, ve daha niceleri nasıl göz ardı edilebilir... Onurlu gazeteciler en ağır dönemlerde dahi kalemlerini kırmadı, satmadı... En baskıcı iktidarların bile önünde eğilmedi... Halkına bile dalkavukluk yapmadı...

-Onlar Cumhuriyetin temel direkleridir...