Durup nefes almaya fırsat bırakmayan bir çağdayız. Herkesin koşturduğu, boşluğun yadırgandığı, durmanın bile açıklama gerektirdiği bu düzende insan durmadan verimli olmaya zorlanıyor.
Çalışmanın kutsal bir ibadetmiş gibi abartıldığı, dinlenmenin ise neredeyse suç sayıldığı, saçma bir düzen içinde yaşıyoruz. İnsan ne yaparsa yapsın kendini yetersiz hissettiren, sürekli daha fazlasını yapmaya zorlayan bir sistem bu.
Ne kadar çalışırsan o kadar değerli olduğuna inanıyorsun. Yetmiyor, dinlendiğinde bile suçluluk duyuyorsun. Çünkü zihnin “boş durmak” ile “başarısız olmak” arasında bir bağ kurmuş bu yüzden içinizdeki ses seni yiyip bitiriyor.
Üretkenlik sanki bir meziyet değil, insanın varlık sebebiymiş gibi sunuluyor. Böyle bir atmosferde sıkılmak bile lüks görülüyor.
★★★
Oysa bazı bilimsel bulgular sıkılmanın yaratıcılığı artırdığını gösteriyor. Sıkılmak... Evet, insanların kaçmaya çalıştığı ama aslında beynin gizli enerji tasarruf modu gibi çalışan o sevimsiz hâl.
Bazı deneysel çalışmalar sıkıcı aktiviteler sonrası zihnin hayal kurma ve yeni fikir üretme eğiliminde artış olduğunu gösteriyor.
Evet, sıkılmak üretkenliği artırabiliyor. Ama bu sihirli bir değnek gibi çalışmıyor. İnsan önce birkaç dakika boş boş tavana bakıp varoluşunu sorgularken biraz sıkıntının içine gömülüyor, sonra beyin mecburen yeni bağlantılar kurmaya başlıyor. Çünkü beyin boşluk sevmiyor. O boşluğu doldurmak için fikir üretmeye başlıyor.
★★★
Sıkılmak çoğu insana zaman kaybı gibi görünse de beynin en sessiz, en verimli çalışma anı tam da o durgunlukta ortaya çıkıyor.
Dış uyaranlar kesildiği için kendi kendine yeni yollar ararken devreye giren içsel düşünme hali, yaratıcı bağlantıları tetikliyor. Telefonu eline alıp bu boşluğu bozmuyorsan, beynin kendi içinde gezinmek zorunda kalıp yeni fikirler üretmeye başlıyor.
Ancak bu kadar basit bir gerçek bile sistemin hoşuna gitmiyor. Çünkü modern düzen, insanın boşlukla barışmasını istemiyor. Sürekli bir şeyler yap, sürekli meşgul ol, sürekli koştur, sürekli üret ve tüket mesajı her yerden zihnimize sızıyor.
Hem şirket kültürü hem sosyal medya hem de hızın kutsallaştırıldığı ekonomik yapı, insana sürekli “daha fazlasını yapmazsan geri kalırsın” diyor.
Aslında bir insanın kendi ritmini kazanmasının yolu zaten yavaşlamaktan geçiyor. Durmak hayatı ıskalamak değildir. Asıl hayatı ıskalamak, nereye gittiğini bilmeden koşmaktır. İnsan hızlandıkça düşünme kapasitesi yavaşlar, zihni sürekli uyarıldıkça sonunda yorgun düşer. Bir noktadan sonra kişi sadece yetiştirir ama zihni o kadar meşguldür ki hayatın içindeki detayları, duyguları, işaretleri, kendi ihtiyaçlarını fark edemez.
Bunun üstesinden gelmek için büyük formüllere gerek yok. Boşluğu doldurmamayı öğrenmek, telefonu bir süre görmezden gelmek ve hız yarışından şekilde çıkmak çekilmek bile insanı bu zincirden bir nebze kurtarmaya yetiyor.